Türkiye Ekonomisi 1.2.3.4. Üniteler 26 Sayfalık Özet

İktisat 4. Sınıf 2. Dönem (8. Yarıyıl) Türkiye Ekonomisi 1.2.3.4. Üniteler (Vize Üniteleri) 26 Sayfalık Özel Özet Çıkması Muhtemel Yerler


Özeti Word Olarak İndirmek İçin Tıkla

Türkiye’nin Yüzölçümü  ve Coğrafi Konumu

1-Kuzey yarımkürede yer alan Türkiye’nin yüzölçümü 783.577 km2, izdüşüm alanı ise 779.452 km2′dir.
2-Yüzölçümü büyüklüğü açısından Türkiye, dünyanın 34′ncü büyük ülkesidir.
3-Ülke topraklarının yaklaşık %97′si Asya, %3′ü ise Avrupa kıtasındadır. Ülke, 35° – 42° kuzey paralelleri (enlemleri) ile 25° – 44° doğu meridyenleri (boylamları) arasında yer alır.
4-Türkiye’nin en doğusu ile en batısı arasındaki uzaklık 1.660 km iken, kuzey ile güney arasındaki mesafe 650 km’dir.
5-Türkiye doğuda Gürcistan (276 km), Ermenistan (328 km), Azerbaycan (18 km) ve Iran (560 km), batıda Yunanistan (203 km) ve Bulgaristan (269 km), güneyde Irak (384 km) ve Suriye (911 km) ile komşudur.
6-Ülkenin toplam sınır uzunluğu 10.765 km’dir. Bunun 2.949 km’si kara, 7.816 km’si ise deniz .Sınırıdır.
7-Türkiye’de idari açıdan 81 il, bu illere bağlı toplam 892 ilçe, 1.997 belde ve 34.425 köy bulunmaktadır.
8-Coğrafi Bölge: Doğal, beşeri ve ekonomik özellikleriyle diğer yerlerden ayrılan ve kendi içinde nispeten benzerlik gösteren alanlardır. Bölge içinde bazı özellikleriyle ayrılan daha küçük alanlar, o bölgenin alt bölümlerini oluşturur.
9-Madenler:Türkiye petrol, doğalgaz ve taşkömürü gibi yakıt madenleri açısından büyük ölçüde dışa bağımlıdır.
Türkiye dünyada toplam maden üretiminde 28′inci, üretilen maden çeşitliliği açısından da 10′uncu sırada yer almaktadır.
Türkiye’de çıkarılan madenleri “yakıt madenleri”, “hammadde madenleri” ve “çeşitli madenler” olmak üzere üç temel grupta toplamak mümkündür.Yakıt madenleri kömür (taş kömürü), linyit, petrol ve doğalgazdır.
Hammadde madenleri ise demir, bakır, krom ve manganez ve bor şeklinde sıralanabilir.
2010 yılında enerji arzının petrolde %93, doğalgazda %98, taş kömüründe %90′lık kısmı toplamda ise ortalama %72,9′luk bölümü ithalat ile karşılanmıştır.
Türkiye dünya linyit rezervlerinin yaklaşık %1,6′sına sahiptir. Fakat söz konusu rezervin büyük kısmının ısıl değeri düşük olması nedeniyle bu maden daha çok termik santrallerde kullanılmaktadır. Linyit rezervinin yaklaşık %46′sı Afşin-Elbistan havzasındadır.
Türkiye, maden rezervleri yönünden başta bor olmak üzere trona, bentonit, mermer, feldspat, manyezit, alçıtaşı, pomza, perlit, stronsiyum ve kalsit gibi madenlerde dünyanın sayılı ülkeleri arasındadır.
Dünya bor rezervinin %72′si; doğal taş rezervinin yaklaşık %40′ı; feldispat rezervinin %23′ü; bentonit rezervinin %20′si ve trona rezervlerinin %2,5′i (üretimde dünya ikincisi) Türkiye’de bulunmaktadır.
Madencilik sektörünün (ham petrol ve doğal gaz dahil) toplam ithalatı 2000′de 7,1 milyar dolar iken, bu rakam 2007′de 25,3 milyar dolara, 2008′de 35,7 milyar dolar düzeyine ulaşmıştır. 2009′daki Küresel Mali Kriz nedeniyle azalma gösteren madencilik ithalatı 20,6 milyar dolara inmiştir. Ekim 2010 itibarıyla ithalat 20.522 milyar dolardır.
Bor: Dünyada 8 ülkede bor rezervi bulunmakla birlikte önemli bor yatakları Türkiye, ABD ve Rusya’da yer almaktadır.
Türkiye toplam 3 milyar ton rezerv miktarı ile dünya toplam bor rezervi sıralamasında %72′lik pay ile ilk sıradadır.
Bor madenlerinin yaklaşık %97′si ihraç edilmektedir. 2010 yılında 629 milyon dolar ihracat geliri sağlanmıştır.
10-Su Kaynakları:Türkiye’nin kara sularını akarsular, durgun sular ve yeraltı suları olmak üzere üç grupta inceleyebiliriz.
Karadeniz’e dökülen akarsular Sakarya, Filyos, Kızılırmak, Yeşilırmak, Çoruh ırmakları;Akdeniz’e dökülen akarsular Asi, Seyhan, Ceyhan, Tarsus, Dalaman ırmakları; Ege Denizi’ne dökülen akarsular Büyük Menderes, Küçük Menderes, Gediz ve Meriç nehirleri;Marmara Denizi’ne dökülen akarsular ise Susurluk/Simav Çayı, Biga Çayı ve Gönen Çayıdır.
Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye’den doğup Basra Körfezi’ne, Aras ve Kura nehirleri ise Hazar Denizi’ne dökülür. Yurt içinden denize dökülen en uzun nehir Kızılırmak’tır (1.355 km).
Türkiye durgun sular (göller) açısından da zengindir. 120′den fazla doğal göl bulunmaktadır. En büyük gölü 3.712 km2 alan ile Van Gölü’dür. Diğer göller Tuz Gölü, Eğirdir, Burdur, Beyşehir ve Acıgöl, Sapanca, Iznik; Ulubat ve Manyas şeklinde sıralanabilir. Köyceğiz Gölü ise denizle bağlantısı olan az tuzlu bir göldür. Türkiye’de doğal göller dışında 706 adet baraj gölü bulunmaktadır. Bunlardan bazıları Atatürk Barajı (817 km2), Keban Barajı (675 km2) Karakaya Barajı (268 km2), Hirfanlı Barajı (263 km2) ve Altınkaya Barajı (118 km2) şeklinde sıralanabilir.
Ülkede yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1.000 m3′ten daha az ise söz konusu ülke su fakiridir. 2.000 m3′ten daha az ise ülkede su azdır. 8.000-10.000 m3′ten daha fazla olan ülkeler su açısından zengindir.
11-TÜRKİYE’NİN NÜFUSU VE DEMOGRAFİK GÖSTERGELERI
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yerleşik olan nüfus, ülke nüfusunu oluşturmaktadır.
Nüfus artışı, ülkenin sermaye birikimi, işgücü ve istihdam düzeyi, doğal kaynaklar, teknolojik gelişme, milli gelir, kamu harcamaları, konut talebi, beslenme, iç göç ve kentleşme gibi ekonomik ve sosyal pek çok değişkeni etkilemektedir.
Demografik Yatırımlar: Eğitim, sağlık, beslenme, barınma (konut) gibi alanlar için yapılan harcamalardır. Bu yatırımlar özellikle hızlı nüfus artışı ile birlikte ekonomideki sınırlı kaynakları emer. Böylece daha hızlı kalkınma için gerekli yatırımlara ayrılan kaynaklar azalır.
Optimal Nüfus: Ülkenin doğal kaynaklarının mevcut sermaye ile en iyi şekilde kullanılabileceği nüfus miktarıdır.
Osmanlı’da ilk nüfus sayım’ Il. Mahmut döneminde 1830-1831 arasında yapılmıştır. Amaç, devletin asker potansiyelini ve vergi kaynaklarını (özellikle gayrimüslimlerden alınacak cizye için mükellefleri belirlemek), ülkede yaşayan Müslüman ve Müslüman olmayan (gayrimüslim) nüfusu ortaya çıkarmaktır. Sadece erkek nüfus sayılmıştır.
Osmanlı’da modern anlamda ilk nüfus sayım’ 1882-1890 döneminde gerçekleştirilmiştir. Kadın nüfusu da tespit edilmiştir. Son nüfus sayımı 1903-1907 yılları arasında yapılmıştır (20,8 milyon kişi).
TC’de ilk sayım 1927 yılında yapılmıştır (13,7 milyon kişi). Bu sayımda, kadın nüfusu erkeklerden yaklaşık 400 bin kişi fazladır. Balkan Savaşları’mn yanı sıra I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda verilen kayıplar erkek nüfusu azaltmıştır.
İkinci nüfus sayım’ 1935 yılında yapılmış, bu sayım’ takiben 1990 yılında kadar her beş yılda bir nüfus sayım’ gerçekleştirilmiştir.
Nüfus sayımı 1990 yılından sonra on yılda bir yapılmaya başlanmıştır.
25 Nisan 2006′da çıkarılan 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’ne (ADNKS) geçilmiştir.
Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS): Kişilerin yerleşim yerlerine göre nüfus bilgilerinin güncel olarak tutulduğu, nüfus hareketlerinin her an izlenebildiği, MERNİS kayıtlarındaki T.C. Kimlik Numarasına göre kişiler ile ikamet adreslerinin eşleştirildiği TÜİK tarafından yapılan bir kayıt sistemidir. Bu sistemde, TÜİK ile İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık işleri (NVİ) Genel Müdürlüğü ortaklaşa çalışmaktadır. ADNKS, devamlı olarak güncellenmektedir.
Nüfus Artışı
Cumhuriyet ilanından sonra nüfus artışı teşvik edilmiştir.
1950-1960 döneminde nüfus artışı rekor düzeye ulaşmıştır.
Hızla artan ülke nüfusu, istihdam sorununu beraberinde getirdiği ve sınırlı kaynakları demografik yatırımlara yönelttiği için, 1960′lı yıllardan itibaren aile planlaması ön plana çıkmıştır.
• Ülkenin nüfusu artış hızı 1975 sonrasında da olsa azalma eğilimindedir. 1985′ten sonra ciddi bir düşüş yaşanmış, nüfus artış hızı yıllık binde 24,88′den binde 21,71′e gerilemiştir.
Nüfusun Eğitim Özellikleri
1927 nüfus sayımına göre nüfusun sadece %10,6′sı okuryazar idi.
Türkiye Cumhuriyeti 1924′teki Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) ile eğitim sistemini, ardından Harf Devrimi (1928) ile de kullandığı alfabeyi değiştirmiştir. Özellikle Harf Devrimi ile pek çok kişi yeni sisteme göre okuryazar olmayan nüfusa dahil edilmiştir.
1927′de %10′lar düzeyinde olan okuryazarlık oranı 1928′de yüzde sıfır düzeyine inmiştir. Bu tarihten sonra eğitim düzeyi ve dolayısıyla okuryazarlık oranını artırmaya yönelik politikalarda önemli ilerleme sağlansa da eğitim tüm bireylere ulaştırılamamıştır.
1935′te yaklaşık %19 olan okuryazar oranı 1965′te yaklaşık %49′a 1990′da %80,5′e ve 2010′da %94′e yükselse de toplam nüfusun hala %6′lık kısmı okuryazar değildir. Bu oran kadınlarda yaklaşık %10′dur.
1997′de 4036 sayılı Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Temel Eğitim Yasası ile birlikte 5 yıllık olan zorunlu eğitim ve öğretim 8 yıla çıkarılmıştır.
Yasa, eğitim süresi açısından olumlu sonuçlar yaratırken, endüstri ve meslek liselerine yönelik talebi ciddi ölçüde düşürmüştür. Bu da sanayinin nitelikli ara eleman’ ihtiyacını karşılamasında olumsuzluklar yaratmıştır.
OECD’nin 2009 yılı verilerine göre Türkiye’de yetişkin nüfusun sadece %13′ü yükseköğretim mezunudur.
TÜRKİYE’DE INSANİ GELİŞMİŞLİK
İnsani Gelişme Endeksi (Human Development Index): UNDP tarafından yayımlanan insani Gelişme Raporu’nda kullanılan endekstir. Pakistanlı iktisatçı ve maliye bakanı Mahbub ul Haq ve Nobel ödüllü Hintli iktisatçı Amartya Sen liderliğindeki ekip tarafından geliştirilmiştir. Endeksin en düşük değeri 0 iken, en yüksek değeri 1′dir. Ekonomik göstergelerin (gelir) yanı sıra ekonomik olmayan göstergeleri de dikkate alarak ölçüm yapar.
İnsani Gelişme Raporu (Human Development Report: HDR): BM Kalkınma Programı (UNDP) tarafından 1990 yılından bu yana yayınlamaktadır.
2011 yılı insani Gelişme Raporu’nda Türkiye 187 ülke arasında 92′nci sıradadır. Türkiye, bir önceki yıla göre iyileşme sağlayarak üç basamak yukarı çıkmıştır. 2011 yılı İnsani Gelişme Raporu’nda Türkiye İGE değeri 0,699′dur.
Türkiye 1965 yılında düşük insani gelişme düzeyinde iken, 1972 yılında orta insani gelişmişlik düzeyine yükselmiştir.
1990-2011 ve 2000-2011 dönemleri dikkate alındığında Türkiye’nin İGE endeks değerindeki yıllık ortalama büyüme hızı giderek yavaşlamıştır (%1,08′den %0,90′a düşmüştür).
Türkiye’nin komşularından Yunanistan (0,861) 26′ncı, Bulgaristan (0,771) 55′inci, Rusya (0,748) 66′ncı, Ermenistan (0,716) 86′ncı ve Azerbaycan (0,700) 91′inci sıralarda yer almaktadır. Komşu ülkelerden sadece Suriye (0,632-119′uncu sırada) ve Irak (0,573-132′nci sırada) Türkiye’nin gerisinde kalmıştır. 2011 yılı insani Gelişme Raporu’nda iGE değerleri açısından ilk beşte yer alan ülkeler, Norveç (0,943), Avustralya (0,929), Hollanda (0,910), ABD (0,910) ve Yeni Zelanda’dır (0,908).
TÜRKİYE’DE İŞGÜCÜ PİYASASINA İLİŞKİN TEMEL GÖSTERGELER
Aktif Nüfus: 15-64 yaş arası bireylerden oluşmaktadır. Hastalar, yaşlılar, sakatlar, askerler ve mahkumların yanı sıra üniversite yurtları ve yetiştirme yurtlarında kalanlar, üretim sürecine katılma imkanı olmadıkları için aktif nüfus içinde yer almazlar. Aktif nüfusun tamamı istihdam edilmeyebilir. Istihdam: Çalışmak istek ve yeteneğinde bulunan bireylerin (kişilerin) üretim sürecinde kullanılmasıdır. Işsiz: Çalışma istek ve yeteneğinde olduğu halde geçerli (cari) ücret ve çalışma şartlarında iş bulamayan bireylere denir.
İşgücüne Katılma Oranı (İKO): Nüfusun işgücü olan kısmının kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfusa (15 ve üstü yaş grubuna) oranıdır. Ülkede işgücüne katılım oranı artıkça, bağımlılık oranı azalmaktadır. Gelişmiş ülkelerde yaşlı bağımlılık oranı ciddi bir sorun iken, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde genc bağımlılık oranı önemli sorun teşkil etmektedir. Ülkede işgücüne katılım oranı düştükçe, bağımlılık oranının yanı sıra işsizlik de artmaktadır.
Bağımlılık oranı: Ülkede çalışan (15-64 yaş arası) her 100 kişinin, bakmakla yükümlü olduğu çalışmayan (0-14 ile 65+) kişi sayısı ile ölçülmektedir. Bu oran gençler ve yaşlılar için ayrı ayrı hesaplanmaktadır.
2011 yılı verilerine göre, Türkiye’de yaklaşık 53,6 milyon kişi kurumsal olmayan çalışma çağındaki toplam nüfus içinde 26,7 milyon kişi, işgücünü oluşturmaktadır.
İşgücünün 24,1 milyon kişisi istihdam edilirken, 2,6 milyon kişi işsizdir.
İssizliğin olumsuz etkilerinin azalması ve istihdama getirilen teşviklerle beraber işsizlik oranı Mayıs 2012′de %8,2 seviyesine düşmüştür.
Kentlerdeki işsizlik oranı (Mayıs 2012′de %10,1) kırsal kesimdeki işsizlik oranından (Mayıs 2012′de %4,5) daha yüksektir.
Eğitim düzeylerine göre işsizliğin dağılımına bakıldığında, sırasıyla, lise mezunlarında %11,4, mesleki ve teknik lise mezunlarında %9,1, yükseköğretim mezunlarında %8,3 ve lise altı eğitimlilerde %7,9′dur.
Işgücü Maliyetlerinde Gelişmeler
2005 yılı baz alındığında 1994-2006 döneminde Türkiye’de işgücü maliyetleri diğer OECD üyelerine göre daha hızlı yükselmiştir. Bu gelişmede TL’nin aşırı değerlenmesi etkili olmuştur.
TÜRKIYE’DE SOSYAL GÜVENLIK
Sosyal güvenliğin temeli, bireylerin yaşamlarında karşılaşabilecekleri olası (muhtemel) risklere karşı önceden tedbir almalarına dayanır. Bireyler kendi iradeleriyle (analık ve aile sahibi olma) ya da iradeleri dışında çeşitli mesleki (iş kazası, meslek hastalığı ve malullük), fizyolojik (hastalık, yaşlılık, ölüm gibi) ve sosyo-ekonomik (işsizlik, yoksulluk) risklerle karşı karşıyadırlar.
ILO, 1944 tarihli Philedelphia Deklerasyonu’nda Sosyal Güvenlik “Halkın hastalık, işsizlik, yaşlılık, ölüm sebebiyle geçici veya sürekli olarak kazançtan mahrum kalması durumunda düşeceği fakirliğe karşı tıbbi bakımdan dolayı, çocuk sayısının artması ve analık halinde korunmasına yönelik genel tedbirler sistemidir” şeklinde tanımlanmıştır.
“Sosyal Güvenlik” kavramı 20.yy’de ilk olarak 1935′te Amerikan Sosyal Güvenlik Kanunu’nda (Social Security Act) yer almıştır.
Türkiye’de Sosyal Güvenlik Sistemi – Osmanlı’da Sosyal Güvenlik
Türk toplumunda güçlü aile bağları, yardımlaşma ve vakıf kültürü toplumdaki sosyal dayanışmayı artırmıştır. 18. Yüzyılda sosyal güvenlik daha kurumsal bir yapı kazanmış ve ilk kez bu yüzyılda sosyal yardım amaçlı vergi toplanmaya başlanmıştır.
19. yüzyılda ise Darülaceze, Darüşşafaka, emeklilik (1866′da kurulan Askeri Tekaüt Sandığı ve 1881′deki Sivil Memurlar Emekli Sandığı) ve yardımlaşma sandıkları kurulmuştur.
Tanzimat sonrasında çalışma hayatı ve işçilerle ilgili yapılan kanuni düzenlemeler ise dar kapsamlıdır. Maden Nizamnamesi (1863), Dilaver Paşa Nizamnamesi (1865) ve Maadin Nizamnamesi’dir (1869).
ModerN anlamda Avrupa’ya oranla oldukça geç gelişme göstermiştir. Cumhuriyetin İlk Yıllarında Sosyal Güvenlik
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki düzenlemeler de dar kapsamlı ve yetersiz kalmıştır.
1921′de kurulan Amele Birliği, Türkiye’nin kanun ile kurulan ve üyeliği zorunlu olan ilk sosyal güvenlik kuruluşudur.
Sosyal Güvenlik Kuruluşları
Türkiye Cumhuriyeti’nde modern anlamda sosyal güvenlik sistemi II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulmuştur.
Savaştan sonra ilk kanun, 4772 sayılı iş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu’dur (1945). 4792 sayılı İşçi Sigortaları Kurumu Kanunu (1945) çıkarılmıştır. Bu tarihe kadar kurulan çok sayıda işçi sandığı İşçi Sigortaları Kurumu çatısı altında birleştirilmiştir.
8 Haziran 1949′da kabul edilen ve 1 Ocak 1950′de yürürlüğe giren 5434 sayılı Kanun ile Emekli Sandığı kurulmuştur. Böylece emeklilik işlemleri de bir çatı altında toplanmıştır.
Sosyal güvenlik alanında 1961 Anayasası önemli bir dönüm noktasıdır.
506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu ile (1964), 1965′te işçi Sigortaları Kurumu, Sosyal Sigortalar Kurumu’na (SSK) dönüştürülmüştür.
1479 sayılı Kanun (1971) ile 1972 yılında Bağ-Kur kurulmuştur. Bağ-Kur kapsamındaki sigortalılara sağlık sigortası yardımları verilmesi ancak 1986 yılında mümkün olabilmiştir.
Sosyal Güvenlik Kuruluşlarının Birleştirilmesi ve Genel Sağlık Sigortası Mayıs 2006′da kabul edilen 5502 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu ile Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK), Emekli Sandığı ve Bağ-Kur, tek çatı altında toplanarak Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) oluşturulmuştur.
31 Mayıs 2006 tarihinde 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu kabul edilmiştir.Türk sosyal sigorta sisteminin sorunları, gelişmekte olan ülkelerde yaşanan temel sorunlarla büyük ölçüde benzerlikler göstermektedir.
Türkiye’de sigortalı nüfus oranı 1960 yılında nüfusun %5,7′sine, 1965 yılında %20′sine, 1980 yılında %47′sine ve 2005 yılında %92′sine ulaşmıştır. Bu oran Mart 2012 itibarıyla %86′dır. Türkiye nüfusunun yaklaşık %12′si yeşil kartlıdır.
Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin finansmanındaki sıkıntılar 1990′lı yıllarla başlamıştır. Erken emeklilik uygulamaları, kayıt dışı istihdam ve işsizlik, sistemin sigortacılık ilkelerine göre işletilmemesi sonucu fayda-maliyet bağlarının zayıflaması, prim tahsilat oranının düşüklüğü, prim borçlarına ilişkin aşar ve prim borçlarının düşük faizlerle yeniden yapılandırılması ve mevcut fonların iyi değerlendirilmemesi sonucu sosyal güvenlik sisteminin aktüeryal dengeleri (aktif/pasif sigortalı oranı) tamamen bozulmuştur.
1985′te aktif/pasif dengesi SSK’da 2,5, Bağ-Kur’da 6,5 ve Emekli Sandığı’nda 2 iken bu oran 2005′te SSK’da 1,7′ye, Bağ-Kur’da 2,1′e ve Emekli Sandığı’nda 1,5′e düşmüştür. 2006′da SGK’da aktif/pasif dengesi 1,95 iken bu oran Mart 2012′de 1,89′a düşmüştür.
TOİK’in 2005 yılındaki bir çalışmasında 22 milyon çalışanın yarıdan fazlası sosyal güvenlik sisteminin dışında yer almaktadır. Kayıtdışı istihdamın azaltılmasında işçi ve işveren primlerinin daha makul seviyelere çekilmesi ve etkin denetim ağının kurulması gerekir.
Sistemin idari (yönetim) açıdan şeffaf olması noktasında eksiklikler mevcuttur.
Prim oranlarının ödenebilir seviyede olması noktasında, OECD standartlarıyla karşılaştırıldığında Türkiye’de prim oranları oldukça yüksektir. 2005 verilerine göre Türkiye işverenin yasal yükümlülüklerinin işgücü maliyetindeki payı %26 iken bu oran OECD’de %18,7 ve AB (15)’de %23,6′dır.
Yoksullukla mücadele etme noktasında sosyal güvenlik sistemi önemli role sahiptir. 2002-2009 döneminde yoksul hanehalkı oranı yaklaşık %22′den %15′e, yoksul fert oranı ise %27′den %18′e düşmüştür (TÜİK).
TÜRKİYE’DE BÖLGESEL KALKINMADA GELIŞMELER Türkiye’de Kalkınma Politikaları
1923-1950 döneminde Türkiye’de ülke çapında kalkınmaya ağırlık verildiği görülmektedir.
1950-1960 döneminde özel sektör yatırımları daha çok İstanbul ve Marmara Bölgesi’nde yoğunlaşmıştır.
Devlet, kamu yatırımlarını her ne kadar ülke geneline yaymak istemişse de dağıtımda ülkenin doğu kesimi yeterli payı alamamıştır
1960 sonrasındaki bölgesel kalkınma politikasının amacı bölgeler arası ve bölge içi gelişmişlik farklarını azaltarak ekonomik kalkınmayı hızlandırma şeklinde ifade edilebilir.
Bölgesel kalkınmada DPT önemli görevler verilmiştir. DPT, bölgesel politikanın oluşturulması, koordinasyonu, değerlendirme ve izlenmesinin yanı sıra kaynak tahsisini yürütmektedir. Dolayısıyla bu dönemde yerel aktörler bölgesel kalkınma planlamasının dışında kalmıştır. Altyapının geliştirilmesine ağırlık vermiştir.
Bölgesel gelişmeyi sağlamak için bölge planlamaları, birer araç olarak kullanılmıştır.
Türkiye’deki en önemli bölge planı Güneydoğu Anadolu Projesi’dir (GAP). GAP dışındaki bölge planlarını Zonguldak-Bartın-Karabük (ZBK), Doğu Karadeniz Projesi (DOKAP), Doğu Anadolu Projesi (DAP) ve Yeşilırmak Havzası Projesi (YHGP) şeklinde sıralayabiliriz.
Bölgesel Kalkınma Politikalarında AB Müktesebatına Uyum Süreci
Türkiye AB Müktesebatı’na uyum kapsamında Birliğin bölgesel politikasının önemli bir unsuru olan yeni bölge tanımlamasına geçmiştir. Bu bölge sisteminin adı İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması’dır (İBBS: NUTS- Nomenclature of Territorial Units for Statistics).
Türkiye’de Düzey re (NUTS 1) göre 12, Düzey 2′ye (NUTS 2) göre 26 ve Düzey 3′e (NUTS 3) göre 81 bölge oluşturulmuştur. Düzey 3 bölgeleri illerden oluşmaktadır.
Küzey re göre oluşturulan 12 bölge; İstanbul (TR1), Batı Marmara (TR2), Ege (TR3), Doğu Marmara (TR4), Batı Anadolu (TR5), Akdeniz (TR6), Orta Anadolu (TR7), Batı Karadeniz (TR8), Doğu Karadeniz (TR9), Kuzeydoğu Anadolu (TRA), Ortadoğu Anadolu (TRB) ve Güneydoğu Anadolu (TRC) şeklindedir.
Kalkınma Ajansları (KA’lar), bölgesel kalkınma için projeleri destekleyerek ve finansman sağlamanın yanı sıra bölgesel kalkınmada merkezi ve yerel otorite arasında uyumlaştırıcı ve işbirliğini sağlayıcı işlev de görmektedir.
Türkiye’de Bölgesel Gelişmişlik Farklılıkları
Kişi başına gelir açısından bakıldığında 12 bölge (Düzey re göre) arasında en yüksek ortalama gelir 14.873 TL ile İstanbul (TR1) bölgesinde, en düşük ise 5.418 TL ile Güneydoğu Anadolu (TRC) bölgesindedir.
İstanbul’da en zengin %20′lik kesimin ortalama geliri 33.549 TL iken, Güneydoğu Anadolu’da 12.545 Türk Lirası’dır. Istanbul’daki en yoksul %20′lik kesimin ortalama geliri 5.348 TL iken, Güneydoğu Anadolu’da 1.676 TL’dir.
Türkiye’de bölgelerin gayri safi katma değere (GSKD) katkılarına bakıldığında en yüksek paya %27,7 ile İstanbul, en düşük paya %1,5 ile Kuzeydoğu Anadolu bölgesi sahiptir(2010).
Kuzey Anadolu ile birlikte Ortadoğu Anadolu (%2,3), Doğu Karadeniz (%2,6), Orta Anadolu (%3,8), Güneydoğu Anadolu (%4,4), Batı Karadeniz (%4,8) ve Batı Marmara’dan (%4,9) oluşan yedi bölgenin gayri safi katma değere katkısı, İstanbul bölgesinin katkısından daha azdır.
Gayri Safi Katma Değer (GSKD): Temel fiyatlar üzerinden çıktı ile alış fiyatı üzerinden ara tüketim (ham madde ve diğer ara girdiler) arasındaki farktır. Üretimdeki diğer vergiler, çalışanların ücretleri, iş yeri karı, sabit sermaye harcamaları ve bilanço kalemi işletme fazlası gibi unsurlar, temel fiyatlarla katma değer içinde yer alır.
Sanayinin bölge içinde GSKD’ye katkısının en yüksek olduğu bölge Bursa, Bilecik ve Eskişehir’den oluşan Bursa bölgesi iken, en düşük katkı ise Ağrı, Kars, Iğdır ve Ardahan’dan oluşan Ağrı bölgesindedir.
Tarımın bölgesel GSKD’ye katkısına bakıldığında en fazla katkı Ağrı (%24,6), en düşük katkı %0,2 ile İstanbul bölgesindedir.
Hizmetler sektörünün bölgesel GSKD’ye katkısı bakımından, en fazla katkıyı %73,1 ile İstanbul, en az katkıyı %47,9 ile Manisa (Manisa, Afyon, Kütahya ve Uşak) sağlamaktadır.
Şehirleşme, nüfus artış hızı, bebek ölüm oranları, doğumda anne ölüm oranları, üniversite sayıları, kişi başına düşen uzman hekim ve hemşire sayılarında bölgeler arasında ciddi farklılıklar mevcuttur.
TÜRKİYE’DE TASARRUF EĞİLİMİNDE GELİŞMELER
Hızlı ekonomik büyüme (geniş anlamda kalkınma) için ülkenin daha fazla yatırıma dolayısıyla tasarrufa ihtiyacı vardır. Eğer yatırımları finanse edecek yurtiçi tasarruf yetersiz ise, yurtdışı (yabancı) tasarruflar ödünç alınır.
Yetersiz yurtiçi tasarruflar, Türkiye’nin cari işlemler dengesindeki yüksek açığın temel sebebidir.
Türkiye, GSYH’sının %22′si kadar yatırım yapılırken, ekonominin yurtiçi tasarrufları %12 düzeylerinde ise, GSYH’sının %10′u oranında yurtdışı tasarrufları ödünç almaktadır.
1975-1988 döneminde tasarrufların GSYİH içindeki payı dalgalı bir seyir izlemekle birlikte genelde artmıştır.
1988-2011 döneminde ise yurtiçi tasarruflar/GSYH oranı istikrarlı bir şekilde azalmıştır.
Toplam yurtiçi tasarruflar/GSYH oranı en yüksek düzeye (%29,1) 1989′da çıkmıştır.
1990-2011 döneminde yurtiçi tasarruflar/GSYH oranında genel bir düşüş trendi söz konusudur.
2004-2006 döneminin yanı sıra 2008 ve 2010 yıllarında bir önceki yıla göre artış görülmüştür.
Yurtiçi tasarruf oranları 1990′da %24,7, 2000′de %18,4, 2010′da %13,9′dur. 2011′deki tasarruf oranı (yaklaşık %12) 1980′deki düzeylere inmiştir.
988-2001 döneminde tasarruf oranının azalmasında kamu tasarruflarındaki düşüş önemli rol oynamıştır. Bu dönemde artan sosyal güvenlik açıkları, Kamu iktisadi Teşebbüslerinin (KiT)
zararları ve bütçe açıklan, kamu tasarruf eğilimini düşürmüştür. Kamu tasarrufian/GSYH oranı eksiye (-) inmiştir.
2001-2011 dönemindeki tasarruf oranlarının azalmasında ise özel sektördeki tasarruf eğilimindeki düşüş belirleyici olmuştur. Bu dönemde kamu tasarruflan/GSYH oranındaki artış, özel sektör tasarruflarındaki düşüşü karşılayamamıştır.
Gelir Gruplarına Göre Tasarruf Eğilimi
Türkiye’deki tasarruf eğiliminin düşük çıkmasının, ülkemizdeki tasarruf anlayışının da önemli etkisi vardır. Ülkedeki tasarrufların kayda değer bir kısmı “yastık altı” şeklinde değerlendirilmektedir.
DÜNYA EKONOMİSİNDE TÜRKIYE’NİN YERI
Türkiye ekonomisi Şubat 2001 Krizinden sonra hızlı bir büyüme sürecine girmiş, ülke 2002-2011 döneminde ortalama %6,5 oranında büyümüştür.
2011 yılında Türkiye, G-20 ülkeleri arasında Çin (0/09,3) ve Arjantin’in (%8,9) ardından %8,5 büyüme oranı ile en hızlı büyüyen üçüncü ekonomi olmuştur.
Türkiye 2010 yılı verilerine göre, cari fiyatlarla 734,4 milyar dolar GSYH büyüklüğü ile dünyanın 17′nci büyük ekonomisidir.
SGP’ye göre GSYH tutarı 1.116 milyar dolar olan Türkiye, SGP’ye göre yapılan GSYH sıralamasında dünyanın 15′inci büyük ekonomisi konumundadır.
2011 verilerine Türkiye nüfus bakımından dünyanın en kalabalık 19′uncu ülkesidir.
2010 yılında Türkiye’de cari fiyatlarla kişi başına milli gelir 10.106 dolar (dünyada 47′nci) iken, SGP’ye göre kişi başına milli gelir yaklaşık 15.340 dolardır (dünyada 42′nci).
İlk 20 ekonomi arasında yer alan Türkiye, beşeri kalkınma endeksi (insani gelişme endeksi) sıralamasında 187 ülke arasında 92′nci sıradadır.
2000-2008 döneminde Çin’de ortalama tasarruf oranı yaklaşık %46 iken, bu Türkiye’de yaklaşık %17′dir.
ÜNİTE:2
TÜRKİYE’DE MİLLİ GELİR, GELİR DAĞILIMI VE YOKSULLUK
MİLLİ GELİR VE BÜYÜME
Bir ülke ekonomisi hakkında fikir veren temel ekonomik gösterge o ülkenin mal ve hizmet üretimini gösteren milli (ulusal) gelir hesaplarıdır.
Ulusal (milli) gelir istatistikleri üretim, harcama veya gelir yöntemleriyle hesaplanabilmektedir.
Kayıt dışı ekonomi üç temel başlık altında incelenmektedir:
a) Yasadışı üretim,
b) Yeraltı ekonomisi (saklı ekonomi),
c) Enformel sektör ve hane halkının kendi nihai kullanımı için gerçekleştirdiği üretim.
Üretim yöntemine göre Gayri Safi Yurtiçi Hasıla(GSYH), bir ekonomide yerleşik olan üretici birimlerin belli bir dönemde, yurtiçi faaliyetleri sonucu yaratmış oldukları tüm mal ve hizmetlerin de¤erleri toplamından bu mal ve hizmetlerin üretiminde kullan›lan girdiler toplamının düşülmesi sonucu elde edilen değerdir.
Net Dış Alem Faktör Gelirleri= Dış Ülkelerden Elde Edilen Faktör Gelirleri- Dış Ülkelere Yapılan Faktör Geliri Ödemeleri (kâr, faiz, ödemeleri)
GSYH= Üretim – Girdi + Ürünler Üzerindeki Vergiler – Sübvansiyonlar (1)
GSYH= Gayri Safi Katma De¤er + Ürünler Üzerindeki Vergiler – Sübvansiyonlar
(2)
Kişi Başına Milli Gelir (Kişi Başına Gayri Safi Yurtiçi Hasıla)
Türkiye’nin GSYH’sı yıl ortası nüfusa bölünerek kişi başına GSYH bulunur.
i. Belirli bir yılı baz almak: Türkiye İstatistik Kurumu (TUIK), 2008 yılında GSYH için 1998 yılını baz alarak hesaplamaya başlamıştır. Bu kapsamda milli gelir verileri güncelleştirilmiştir.
ii. Deflatör yöntemi: Deflatör, bir enflasyon göstergesi olarak kullanılır. GSYH’nın deflate edilmesi fiyat artışlarından arındırılması anlamına gelmektedir.
iii. Ortalama döviz kuru yöntemi: Genelde GSYH dolara çevrilerek ifade edilir. Bunun için de GSYH yıl ortası döviz kuruna bölünür. Ancak, bu yöntemde döviz kurlarının hangi seviyede oluştuğu oldukça büyük önem taşımaktadır. Bir ülkenin parası aşırı değerlenmiş (doların fiyatı düşük) ise GSYH ve kişi başına GSYH rakamları nispeten büyük, tersi durumda da nispeten küçük görünür.
Satın alma Gücü Paritesi’ne Göre Milli Gelir ve Kişi Başına Milli Gelir
Satın alma Gücü Paritesi (SGP), belirli bir mal ve hizmet sepetinin satın alınması için gereken ulusal para tutarlarının birbirine oranı şeklinde hesaplanmaktadır. Bu oran kullanılarak harcamalar ortak bir değer üzerinden ifade edilmekte, böylece ülkeler arasında karşılaştırma yapmak mümkün olmaktadır.
Gerçek kişisel tüketim göstergeleri ise tüketicilerin göreli refah düzeylerini karşılaştırmakta kullanılan bir göstergedir.
Büyüme
Genel olarak bir ülkenin üretim kapasitesinin artışı “büyüme” olarak adlandırılır.
G 2012=GSYH 2012-GSYH 2011/GSYH 2011*100 Formülü ile hesaplanır.
Ekonominin reel üretim düzeyinde gözlemlenen iniş ve çıkışlar konjonktür olarak adlandırılır.
Durgunluk: Büyümenin yatay seyretmesidir.
Resesyon: Sıfır veya negatif büyümedir.
Stagflazyon: Durgunluk+ Enflasyon+ İşsizlik oranlarında yükselme
Kriz: Büyüme hızında ani düşüştür.
TÜRKİYE’DE DÖNEMLER İTİBARİYLE GSYH VE BÜYÜME
Cumhuriyetin Kuruluşundan Planlı Kalkınma Dönemine Kadar
1923 yılındaki GSYH, 1998 yılı fiyatlarıyla 2,5 milyar TL seviyesindedir. 1923-1929 döneminde ekonomide temel sektör tarım olmuştur. Bu dönemde vatan savunması = iktisadi bağımsızlık = sanayileşme anlayışı hakimdir.
1923- 1929 döneminde iki büyük yasal düzenlemeden ilki tarıma yönelik olarak 1925 yılında Aşar Vergisi’nin kaldırılması, ikinci ise sanayi sektörüne yönelik olarak 1927 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu yeniden düzenlenerek yürürlüğe konulmuştur.
Lozan Antlaşması’nın öngördüğü kısıtlamalar 1928 yılında sona ermiş, ardından dünya ekonomisi “1929 Bunalımı (Büyük Buhran)” denilen ekonomik krize sürüklenmiştir.
1934 yılında Türkiye’de Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı uygulamaya konulmuştur.
Planlı Kalkınma Dönemi
Planlı kalkınma döneminde, sanayinin lokomotif sektör oldu¤u saptanmış ve ekonomik dengenin kurulması, ekonomik ve sosyal kalkınmanın birlikte gerçekleştirilmesi, hızlı bir büyüme ve sanayileşmeye öncelik verilmesi gibi uzun vadeli hedefler belirlenmiştir.
Türkiye ekonomisinde 1960’lı yıllardan sonra ekonomik büyümeyi hızlandırabilmek amacıyla “planlı kalkınma stratejisi” ekonomi politikasının temelini oluşturmuştur. 1960 yılında GSYH, 1998 yılı fiyatlarıyla 12 milyar TL seviyesine ulaşmıştır.
İthal İkameci Sanayileşme: Bir malın yurtdışından ithal edilmesi yerine yurtiçinde üretilmesini öngören, böylece döviz tasarrufu sağlayan sanayileşme stratejisidir.
Dışa Açılma ve İhracata Dayalı Sanayileşme Dönemi
İhracata Dayalı Sanayileşme: Ülkenin iç üretim için kullanabileceği kaynaklar ihracat amacıyla yapılacak üretime yönlendirilir. Ulusal malların dış ülkelerde rekabetine önem verilerek, karşılaştırmalı üstünlükler esas alınmaktadır.
Ekonomide kaynakların ihracata yönelik seferber edilmesinin ardından, 1989 yılında alınan “Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Karar” ile finansal serbestleşme sürecinde önemli bir adım atılmıştır.
GSYH’nın Sektörel Dağılımı
Gelirin sektörel dağılımı, bir ekonomide yaratılan toplam hâsılanın iktisadî faaliyet kollarına göre dağılımını ifade eder.
TÜRKİYE’DE GELİR DAĞILIMI
Gelir dağılımı, bir ekonomide belli bir dönemde yaratılan gelirin kişiler, toplumsal gruplar (kesimler) ve üretim faktörleri arasında bölüşülmesini ifade etmektedir.
Gelir eşitsizliği ve yoksulluk birbirinden ayrılamayan iki kavramdır. Küreselleşen dünya ekonomisinde başta Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler (BM) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası örgütler yoksullukla mücadele etmek için birçok strateji üretmektedir.
Fonksiyonel (sınıfsal) gelir eşitsizliği, gelirin sosyoekonomik gruplar, sosyal sınıflar arasındaki dağılımını gösterir.
Kişisel (bireysel) gelir eşitsizliği, gelirin bireyler ya da haneler arasındaki dağılımını ve eşitsizliğini ele alan bir türdür.
TÜİK, 2006 yılından itibaren AB’ye uyum çerçevesinde gelir dağılımı istatistiklerini üretmek üzere bağımsız bir gelir dağılımı araştırması olan Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’nı uygulamaya başlamıştır.
Türkiye’de Gelir Dağılımı Araştırmaları ve Sonuçları
Gelir dağılımı eşitsizliği ölçütlerinden olan Gini katsayısı, sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımında eşitliği, 1’e yaklaştıkça gelir dağılımında bozulmayı ifade etmektedir.
Kişisel Gelir Dağılımı
Lorenz Eğrisi: Milli gelirin nüfusa dağılımındaki eşitsizliği göstermekte kullanılan grafiktir. Eğri, bir karenin köşegenini uç noktalarda keser. Karenin dikey kenarında gelirin birikimli payları, yatay kenarında ise nüfusun birikimli payları yüzde olarak gösterilir. Köşegen doğru, gelirin nüfus arasında eşit dağılımını (mutlak eşitlik) gösterir. Lorenz eğrisi köşegenden uzaklaştıkça gelir dağılımındaki eşitsizlik artmaktadır.
Mutlak Eşitlik Doğrusu: Yaratılan milli gelirin fertler (bireyler) arasında eşit dağılımını gösteren 450’lik doğrudur.
TÜRKİYE’DE YOKSULLUK
Yoksulluğun dar anlamda tanımı; açlıktan ölme ve barınacak yeri olmama durumu iken, geniş anlamda yoksulluk; gıda, giyim ve barınma gibi olanakları yaşamlarını devam ettirmeye yettiği hâlde toplumun genel düzeyinin gerisinde kalmayı ifade etmektedir.
Mutlak yoksulluk, hanehalkı veya bireyin yaşamını sürdürebilecek asgari refah düzeyini yakalayamaması durumudur.
Göreli (nispi) yoksulluk; bireylerin, toplumun ortalama refah düzeyinin belli bir oranının altında olması durumudur.
2009 yılında Türkiye’de fertlerin yaklaşık %0,48’i bir başka ifadeyle 339 bin kişi sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının, %18,08’ini oluşturan 12 milyon 751 bin kişi ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.
Medyan Gelir: Gelirler küçükten büyüğe sıralandığında ortaya düşen değer medyan geliri ifade eder.
Tarım sektöründe çalışanlarda yoksulluk oldukça yüksektir.
SORULAR-CEVAPLAR
1. Ülkenin reel GSYH’sındaki yüzde artış hangi büyüklük ile ölçülür?Büyüme
2. Günümüzde (2011 yılı) Türkiye’de sektörlerin milli gelirden aldıkları paylara iliflkin küçükten büyüğe doğru yap›lan sıralamalardan hangisi doğrudur?Tarım, Sanayi, Hizmetler,
3. Aşağıdakilerden hangisi, ulusal (milli) gelirin cari
(parasal) değeri ile reel (sabit) fiyatlarla değeri arasındaki farkı göstermede kullanılan bir araçtır?Deflatör
4. 1923-2011 periyodunda Türkiye ekonomisinin büyüme hızının en yüksek olduğu dönem aşağıdakilerden hangisidir?1946-1953
5. Gelir dağılımı eşitsizliği göstergelerinden olan “Lorenz eğrisi” ile ilgili ifadelerden hangisi yanlıştır? Lorenz eğrisinin eğimi sabittir.
6. Türkiye’de fonksiyonel gelir dağılımı açısından gelirden en çok pay alan faktör aşağıdakilerden hangisidir?Maaş- ücret gelirleri
7. Aşağıda yer alan 2010 yılı verilerine göre Türkiye’de
P80/P20 göstergesi kaçtır?8
8. Aşağıdaki göstergelerden hangisi fiyat değişimlerini
de içermektedir?1998 yılı nominal GSYH
9. Türkiye ekonomisinde ekonomik büyümeyi hızlandırabilmek amacıyla, “planlı kalkınma stratejisi” hangi
yılda uygulanmaya başlamıştır?. 1963
10. Türkiye’deki yoksullukla ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?Tarımdan geçinenler ihtiyaçlarını karşılayabildikleri için yoksulluktan sakınabilmektedirler.

ÜNİTE:3

Kamu Ekonomisinde Gelişmeler
-Kamu ekonomisi, ekonominin bir alt dalıdır ve devletin ekonomi içindeki temsil ettiği pay ile ölçülür.
-Kamu ekonomisi, devletin harcamalari, gelirleri, borçlari ile ilgili uygulamaların nedenleri sonuçları ve etkilerini inceler.
-Kamu kesimi genellikle tam kamusal mal ve yarı kamusal mal ve hizmet üretmenin yanında özel mal ve hizmette üretmektedir.
-Kamu kesiminin büyüklü¤ünü dar anlamda kamu bütçesi içinde görebiliriz.Geniş anlamda kamu kesimi ise yerel yönetimleri (mahalli idarileri), kamu iktisadi kuruluşlarını, fonları, sosyal güvenlik kuruluşları ve döner sermayeli kuruluşları da kapsamaktadır
-Kamu harcamaları ile kamu gelirleri arasındaki oluşan fark kamu harcamalarının daha yüksek olması şeklinde geliştiğinde kamu açığı oluşacaktır ve bu açık borçlanma yoluyla karşılanmaktadır.
-Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze kadar olan süreçte kamu harcamalarının GSYH’ya oranında genel eğilim, tüm dünyada olduğu gibi, artış yönündedir.
-Cari harcamalar: Kısa dönemde doğrudan üretimi artırıcı etkisi olmayan ve faydası bir dönemle sınırlı olan harcamalardır.
-Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu (5018 sayılı Kanun) ile performans esaslı bütçelemeye geçilmiş ve bütçedeki sınıflandırma sistemi de yeniden yapılandırılmıştır.
-Kamu bütçesinde harcamaların finansmanında kullanılan kamu gelirlerinin en önemlisi vergi gelirleridir. Bunun dışındaki gelirler vergi dışı normal gelirler, özel gelirler ve fon gelirleri, di¤er gelirler ve katma bütçe gelirleri olarak sınıflandırılmaktadır. Bu, dar anlamda kamu gelirlerini oluşturur. Geniş anlamda kamu gelirleri ise devlet, il özel idareleri, belediyeler ve sosyal güvenlik kuruluşlarının gelirlerinden oluşur.
-Vergi dışı gelirleri içinde teşebbüs ve mülkiyet gelirleri, faiz, pay, ceza gelirleri, sermaye gelirleri yer almaktadır
-Devletin dolaylı vergilere yönelmesinin en önemli sebepleri bu vergilere karşı tepkinin düşük olması, vergi maliyetinin düşük olmasından kaynaklanmaktadır.
-Fon: Belirli bir amacın veya birbirine yakın amaçlar grubunun gerçeklefltirilmesi için belirli kaynakların toplandığı ve harcandığı,bütçe içi veya bütünüyle bütçe dışı kamusal nitelikli özel bir hesaptır.
-Gelir Vergisi, Kurumlar Vergisi, Katma Değer Vergisi (KDV) ve Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) vergi sisteminin dört temel ayağını oluşturmaktadır.
-Türkiye’de dolaylı vergilerin dolaysız vergiler aleyhine gelişmesi ekonomik etkinliğin, gelir dağılımından daha öncelikli olduğunu gösterir.
-Vergilemede adalet ve eşitlik kavramı temel vergi prensiplerindendir.
-Bireysel Vergi Yükü: Bireyin ödediği vergilerin bireyin gelirine oranıdır (Bireyin ödedi¤i tüm vergiler/Bireyin geliri)
-Net Vergi Yükü: (Ödenen tüm vergiler-Kamu hizmetlerinden sağlanan yarar)/Gelir
-Toplam Vergi Yükü: Ödenen vergilerin toplum gelirine (milli gelire) oranıdır (ödenen vergiler/milli gelir)
-Kamu (devlet) iç borçlanmada bazen gönüllülü¤ü ortadan kald›rabilmektedir.1962 yılından sonra Türkiye’de uygulanan Tasarruf Bonolar› zorunlu olarak kamu borç vermeye iyi örnektir.
-Kamu Kesimi Borçlanma Gereği (KKBG): Kamunun toplam nakdi harcamamaları ile toplam nakdi gelirleri arasındaki farktır.
-5018 sayılı Yasa (Kanun) çerçevesinde 2006 yılından itibaren bütçenin kapsamı genişletilmiş ve konsolide bütçeden merkezi yönetim bütçesine geçilmiştir. 5018 sayılı Kanun orta vadeli yaklaşım adı altında üç yıllık bütçe uygulamalarını zorunlu hale getirmiştir
-5018 sayılı kanunda bütçe türleri: Genel bütçe (I sayılı cetvelde yer alan kamu idarelerinin bütçeleri), özel bütçe (II sayılı cetvelde yer alan özel bütçe ile yönetilen kamu idareleri) düzenleyici ve denetleyici kurum bütçeleri (III sayılı cetvel).
-Dar anlamda özelleştirme kamu mülkiyetindeki ekonomik kuruluşların (KİT’lerin) yönetim ve mülkiyetinin özel sektöre devredilmesidir.Geniş anlamda özelleştirme, devletin ekonomik faaliyetlerinin azaltılması
amacıyla kamu sektörünün denetimi altındaki kuruluflların özel sektöre devredilmesidir (1986’da özellefltirme çalışmalarını yürütmek üzere Morgan Guaranty Trust Company ile anlaşma imzalanmıştır.
-Türkiye’de özelleştirme çeşitli yöntemlerle uygulanmıştır. Bu yöntemler satış, kiralama, işletme hakkı devri, mülkiyetin gayri ayni haklar tesisi ile gelir ortaklığı ve sair hukuki tasarruf beş gruba ayrılmaktadır. Satış yöntemi kendi içinde varlık ve hisse satışı olarak ikiye ayrılmaktadır. Hisse satışıda blok satış, halka arz, çalışanlara satış, uluslararası arz, borsada satış gibi farklı alt başlıklara ayrılmaktadır.
-Kamu kesiminin büyüklü¤ünü gösteren ölçütler:Kamu Gelirleri/GSYH,Devlet Bütçesi/GSYH
Vergi Gelirleri/GSYH,Kamu Harcamaları/GSYH
- Ekonomide etkinlik açısından aşağıdaki vergilerden Harcamalar üzerinden alınan vergilerdaha avantajlıdır.
-Türkiye’de vergi yükünün 1975-2010 yıllarında gösterdiği gelişim Artış eğilimine sahiptir.
-Türkiye’de kamu borçlanmasından sorumlu kurum Dış Ticaret Müsteşarlığı
-5018 sayılı Yasa’da yer alan bütçe çeflitleri: Özel Bütçe, Sosyal Güvenlik Kurumu Bütçesi,Düzenleyici ve Denetleyici Kurum Bütçeleri, Mahalli idareler Bütçesi
-Türkiye’de 1980 sonrasında belediyelere Emlak Vergisi verginin toplama yetkisi verilmiştir.
ÜNİTE:4

TARIM SEKTÖRÜ
-Tarım sektörü, bitkisel ve hayvansal ürünlerin üretilmesini, bunların kalite ve verimlerinin yükseltilmesini, bu ürünlerin uygun koşullarda muhafazasını, işlenip değerlendirilmesini ve pazarlanmasını kapsamaktadır.
Tarımsal faaliyet, ana yapı olarak bitkisel ve hayvansal üretimle balıkçılık faaliyetlerinden ibarettir.
TARIMSAL FAALİYETİN İŞLEVLERİ VE ÖZELLİKLERİ
İktisat literatüründe üç temel sektör arasında “tarım” birincil, “sanayi” ikincil, “hizmetler” ise üçüncül sektör olarak tanımlanır.
İktisadi gelişme sürecinde tarım sektörünün önemine ilk kez sistematik olarak de¤inen iktisat ekolü Fizyokrasi’dir. Fizyokrasi’nin kurucusu Fransız iktisatçı Quesnay’e göre, bir ekonomide tarım sektörü gelişmeden diğer üretim unsurlarının gelişmesi mümkün değildir. Serbest rekabet ve kişisel çıkar üzerine kurulu Fizyokrasi’ye göre, kıymetli madenler ve ticaret, iktisadi gelişme için o kadar önemli değildir.
Dar anlamda tarım; ekim, dikim, bakım ve yetiştirme yoluyla bitki ve bitkisel ürünler, hayvan ve hayvansal ürünler üretilmesi veya bunların üreticileri tarafından işlenip değerlendirilmesi faaliyetlerini kapsar.
Geniş anlamda tarım ise bitkisel ve hayvansal ürün üretiminin yanı sıra, bu ürünlerin yetiştiricileri tarafından işlenmesini, ormancılık ve balıkçılık faaliyetlerini, tarımsal ürünlerin taşınmasını ve saklanmasını, üreticiler tarafından satılmasını ve tarım alet ve makinelerinin üretim faaliyetlerinde bir bedel karşılığında kullandırılmasını kapsar.
Tarımın Sektörünün İşlevleri
Tarım sektörünün işlevleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:
• İnsanların besin gereksinimlerini karşılamak
• Sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasına yardımcı olmak
• Sanayi sektörüne hammadde sağlamak
• Tarım dışı sektörlere istihdam sağlamak
• Tarım dışı sektörlerde üretilen mal ve hizmetlere talep yaratmak
• Çevre sağlığı ve toplumun ruhsal dengesini korumak
Tarım Sektörünün Genel Özellikleri
Tarım sektörünün genel özellikleri aşağıdaki gibi özetlenebilir.
• Tarımsal üretim iklim şartlarına bağlıdır.
• Tarımsal üretim mevsimlerin ritmine bağlıdır.
• Tarım kesiminde üretim tekniklerini geliştirebilme imkânları sınırlıdır.
• Tarımsal mallar talebinin gelir esnekliği düşüktür.
• Tarım sektöründe üretim alanları dağınıktır.
• Tarımsal işletmelerin içerisinde bulundukları piyasa koşulları farklılık arz eder.
• Tarımsal ürün fiyatları istikrarsızdır.
Gelir arttıkça talebi (harcamaları) gelire oranla daha az artan mallara iktisat literatüründe düşük mal ya da fakir mal denir.
TÜRK TARIM SEKTÖRÜNÜN ÜRETİM YAPISI VE ÜRÜN PROFİLİ
Tarımsal üretim büyük ölçüde iklim ve doğa koşullarına bağlı bir iktisadi faaliyettir. Türkiye bu açıdan oldukça avantajlıdır, zira Türkiye tarımsal üretim için elverişli bir iklim ve doğa yapısına sahiptir.
Tarımsal Arazi Yapısı ve Tarım İşletmelerinin Durumu
Tarımsal üretim iki büyük alt sektörden oluşur; bunlar bitkisel ve hayvansal üretimdir. Bitkisel üretim içerisinde tahıllar, baklagiller, tohumlar, tekstil hammaddeleri, sebzeler, meyveler ve içecek bitkileri yer alırken; hayvansal üretim canlı hayvanlar, süt, et, yumurta, bal ve deri gibi ürünleri kapsar.
Ekilen toplam tarım arazilerinin her yıl yaklaşık dörtte biri nadasa bırakılmaktadır.
Türkiye’de tarım arazileriyle ilgili en önemli sorun, çoğunlukla arazilerin oldukça küçük birimlerden oluşması ve aşırı parçalılık durumudur.
Bu sorunun giderilebilmesi için, değişik dönemlerde arazi toplulaştırmasına yönelik girişimlerde bulunulmuş, 1961 yılından bu yana bazı hükümetler döneminde toprak reformu yasaları çıkarılmış, ancak ülkenin geleneksel ekonomik, sosyal ve kültürel yap›s›n›n bir sonucu olarak istenen başarı bir türlü elde edilememiştir.
Türk tarım sektörünün en büyük sorunlarından biri de tarım işletmelerinin küçük geleneksel aile işletmeleri şeklinde olmasıdır.
Tarım Sektörünün GSYH içerisindeki Payı ve Tarımsal Üretim Değeri
2000’de Türkiye’de tarım sektörünün GSYH içerisindeki payı %10,1 iken, 2010 yılına gelindiğinde %8,4’e gerilemiştir. Söz konusu dönemde genellikle GSYH’nın büyüme hızı, tarım sektörünün büyüme hızından fazladır, ancak özellikle 2002, 2009 ve 2010 yıllarına bakıldığında tarım sektörünün GSYH’nın göstermiş oldu¤u performansın üzerinde bir büyüme trendi yakaladığı açıktır.
Bitkisel Tarım Sektörü ve Bitkisel Üretim
Tarım sektörünün birinci büyük alt bileşeni bitkisel tarım sektörü ve bitkisel üretim, diğeri ise hayvancılık sektörü ve hayvansal üretimdir. Türkiye’de toplam tarımsal üretim değerinin %48’i bitkisel üretime, kalan %52’si ise hayvansal üretime aittir (2010 yılı itibarıyla). Bitkisel üretim faaliyeti de temel alt üretim alanları itibarıyla üç grupta toplanabilir:
• Tahıllar ve diğer bitkisel ürünler,
• Sebzeler,
• Meyveler, içecek ve baharat bitkileri.
Türkiye’de bu alt üretim alanlarının toplam bitkisel üretimden aldıkları pay sırasıyla %36, %33 ve %31 düzeylerindedir. Sadece tahılların payı ise yaklaşık %21’dir.
Tahıllar ve diğer Bitkisel Ürünler
Türkiye’de tahılların ve diğer bitkisel ürünlerin ekilen alan ve üretim bakımından dağılımına bakıldığında; en fazla ekili alanı bulunan bitkisel ürünlerin buğday, mısır, arpa, çavdar ve çeltik gibi bitki türlerini bünyesinde barındıran tahıllar olduğu (%74) anlaşılmaktadır.
Türkiye mercimekte dünyanın en büyük ikinci (dünya üretiminin %8,4’ü), nohut (%5,8) ve kuru fasulyede (%3,5) ise üçüncü üreticisi konumundadır.
Yağlı tohumlar olarak bilinen ayçiçeği, soya, yer fıstığı, pamuk tohumu (çiğit)ve haşhaş gibi ürünlerin üretimi toplamda 3 milyon ton dolayındadır. Söz konusu toplamın 1,3 milyon tonu ayçiçeği, 1,3 milyon tonu da pamuk tohumudur.
Belli bölgelerde büyük bir üretim düzeyine sahip olduğumuz bir diğer bitkisel ürün de şeker pancarıdır. Bu üründe ülkenin yıllık toplam üretim düzeyi yaklaşık 18 milyon tondur.
Sebzeler
Türk tarım sektörü sebze ve meyve üretimi açısından son derece zengin bir potansiyele sahiptir. Türkiye’de bazı tropikal ürünler dışında hemen hemen tüm sebze ve meyve türlerini üretmek mümkündür. Ülkede 2010 yılı itibarıyla sebze üretimine uygun 8 milyon dekarlık tarım alanı bulunmaktadır.
Sebze üretiminde uluslararası rekabet gücümüzü anlama bakımından dünya üretimdeki yerimize bakıldığında; Türkiye salatalık (%3) ve biber (%7) üretiminde dünya üçüncüsü, domates (%7) ve ıspanak (%2) üretiminde dünya dördüncüsü, patlıcan üretiminde (%2) ise dünya beşincisi konumundadır.
Sebze türleri geleneksel olarak üç grupta toplanabilir:
• Meyvesi için yetiştirilen sebzeler (domates, hıyar, acur, biber, patlıcan, kabak, kavun ve karpuz gibi),
• Yumru ve kök sebzeler (kuru soğan, pırasa, havuç ve turp gibi),
• Diğer sebzeler (çoğunlukla lahana, marul, ıspanak ve maydanoz gibi yaprağı yenenler ve diğerleri).
2010 yılı sonu itibariyle Türkiye’de sebze üretiminin yaklaşık %82’sinin meyvesi için yetiştirilen sebzelerden, %12’sinin ise yumru ve kök sebzelerden oluştuğu görülmektedir. Tek tek alındığında en fazla üretilen sebzeler ise sırasıyla domates, karpuz, biber, soğan, hıyar, kavun, patlıcan, lahana, fasulye ve maruldur. Bu ürünler büyük ölçüde pazara dönük olarak üretilmektedirler ve ülkenin bu alanda nispeten rekabet gücü daha yüksek ürünleridir.
Meyveler
Meyve üretimine gelince; Türkiye’de 2010 yılı sonu itibarıyla toplam 792 milyon meyve ağacının bulunduğu kaydedilmektedir. Bu ağaçlardan söz konusu yılda toplam 18 milyon ton meyve elde edilmektedir. İfade edilen toplam üretim miktarının piyasa değeri 25 milyar TL, pazarlanabilen değer ise 22 milyar TL civarındadır. Üretilen meyveleri üretim de¤erleri bakımından sırasıyla aşağıdaki başlıklar altında toplamak mümkündür:
• Üzüm,
• Turunçgiller (portakal, mandalina ve limon gibi),
• Yumuşak çekirdekli meyveler (elma, armut, ayva vb.),
• Taş çekirdekli meyveler (şeftali, erik, kayısı, kiraz, vişne vb.),
• Zeytin,
• Çay,
• Sert kabuklu meyveler (badem, fındık, ceviz, kestane, Antep fıstığı vb.),
• Diğer meyveler (çilek, dut, nar, ahududu, keçiboynuzu gibi),
• Tropikal meyveler (incir, muz, kivi, avokado vb.) ve
• Baharat bitkileri (kırmızı biber, anason, kimyon vb).
Türkiye’nin tarım ürünleri üretiminde dünya sıralamasındaki yerine bakıldığında;6 üründe ilk sırada yer aldığı görülmektedir. Bunlardan haşhaş dışında tamamı meyve ürünleridir. Bu ürünlerin isimleri ve dünya üretim payları sırasıyla şu şekildedir:
Fındık (%67,5), Haşhaş(%35,5), İncir (%24), Kiraz (%19,6), Vişne (%17,4) ve Kayısı(%13). Bunların dışında, Türkiye meyvesi için üretilen sebze türlerinden kavun(%6,4) ve karpuz (%4) üretiminde dünya ikincisi; Antep fıstığı (%14), kestane (%3)ve elma üretiminde (%3,7) dünya üçüncüsü; mandalina (%4) ve ceviz üretiminde(%7) dünya dördüncüsü; ve nihayet zeytin üretiminde (%6,9) dünya beşincisidir.
Son yıllarda üretim ve rekabet gücünde sağlanan artışın sebeplerinden bazıları aşağıdaki gibi sıralanabilir:
• Meyve üretimine e¤itim ve girişimcilik düzeyi yüksek, daha nitelikli üreticilerin girmesi,
• Bu kişilerin uluslararası pazarların ihtiyaçlarını iyi analiz edebilmeleri,
• Asya ve tropikal bölgelerde üretilebilen meyvelerin üretilmesine başlanması ile ürün çeşitlemesine gidilmesi,
• Üreticilerin özellikle AB ülkeleri başta olmak üzere, satın alma gücü yüksek ülkelere yönelmeleri,
• İç pazarda da halkın e¤itim ve gelir seviyesinin yükselmesi ile birlikte, daha sağlıklı ürün tüketme ihtiyacının artması,
• Küreselleşme olgusunun hızla yayılmasıyla birlikte, küresel sağlık ve tüketim kalıplarına yaklaşılması,
• Akdeniz-Ege havzasının bu ürünlerin üretimine müsait olması,
• Bazı ürünlerde örtü-altı (sera) üretim imkânlarının artması ve
• Genel olarak kentlilik ve gelir düzeyindeki artışa bağlı olarak, aynı ürünü dört mevsim tüketme alışkanlığının yaygınlaşmasıdır.
Türk tarımında bitkisel üretim başlığı altında ifade edilebilecek bir diğer konu organik bitkisel üretimdir.
Türkiye’de 2004 yılında organik bitkisel üretim faaliyetiyle uğraşan çiftçi sayısı yalnızca 12 bin iken, 2010 yılına gelindiğinde bu rakam 42 bine ulaşmıştır. Benzer şekilde, 2004 yılında organik bitkisel üretim amacıyla kullanılan alanın büyüklüğü 209 bin hektar iken, 2010 yılında rakam 510 bin hektara yükselmiştir.
Bitkisel Tarım Sektöründe Tohumluk Üretimi
Bitkisel üretimin verimliliği için kalitesi onaylanmış (sertifikalı) tohumluk kullanımı son derece önemlidir.
Türkiye’de de uzun yıllar önce kurulan ve hâlâ en büyük tohumluk üreticisi kurum olan Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne (TİGEM) bağlı çok sayıda işletme bu işlevi yerine getiren en büyük kuruluştur.
2010 yılı itibarıyla, yetkilendirilmiş çoğu özel 365 tohumculuk kuruluşu bulunmaktadır.
2011 yılı itibarıyla, Türkiye’nin yıllık toplam tohumluk ithalatı yaklaşık 37 bin ton, ihracatı ise 31 bin tondur.
Hayvancılık Sektörü ve Hayvansal Üretim
Hayvansal üretim, canlı hayvanların ve bu hayvanlardan elde edilen hayvansal ürünlerin üretimidir. Türkiye’de 2010 yılı sonu itibarıyla, toplam tarımsal üretim değerinin %52’si, yani 85 milyar TL’lik kısmı hayvansal üretimden oluşmaktadır. Bu değerin %58’i pazarlanan değerdir.
FAO verilerine göre, 2009 yılında tarım sektörü Dünya GSYH’sının %3’ünü oluşturmakta, hayvancılık sektörü ise tarımsal GSYH’nın %37’sini oluşturmaktadır. Bu oran AB ülkelerinde %48, ABD’de %44 iken gelişmekte olan ülkelerde %30 civarındadır.
Canlı Hayvan Üretimi
Türkiye’de canlı hayvan üretimine bakıldığında; büyükbaş hayvancılıkta tamamen yatay bir durum söz konusudur.
Son 20 yılda toplam sığır sayısı yaklaşık 11-12 milyon dolayında değişmektedir. Ülkemizde sığır stokuna bakıldığında, bunları üç ana grupta toplamak mümkündür: Kültür, yerli ve kültür melezi.
Son 20 yılda küçükbaş hayvancılık olarak adlandırılan koyun ve keçi sayısında ciddi bir azalma yaşanmaktadır. Buna göre, koyun sayısı 1991 yılında 40 milyonun üzerinde iken, 2010 yılında bu rakam neredeyse yarı yarıya düşmüştür.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre, 2010 yılında dünyada 1,4 milyar baş sığır, 2,0 milyar baş koyun ve keçi, 194 milyon baş manda,24 milyon baş deve, 965 milyon baş domuz ve 19,5 milyar adet kanatlı varlığı bulunmaktadır.
Hayvansal Ürünler Üretimi
Canlı hayvan üretimi ile bunlardan elde edilen ürünler arasında temel bir fark vardır; canlı hayvan üretimi pür tarımsal bir faaliyet iken, bunlardan elde edilen ürünlerin üretimi daha ziyade endüstriyel bir faaliyeti gerektirir.
Türkiye’de toplam hayvansal üretimin %55’i canlı hayvan üretiminden oluşurken, kalan %45’i hayvansal ürünlerden oluşmaktadır.
Kırmızı Et (Sığır Eti) Üretimi: Dünya süt üretiminin tamamına yakınını, et üretiminin ise %24’ünü tek başına sağlayan sığır, besin maddesi üretiminde büyük paya sahiptir.
Dünyada ortalama yıllık kişi başına et tüketimi 40 kg olup; bunun 15,1 kg’ı domuz eti, 12,6 kg’ı kanatlı hayvan eti, 9,6 kg’ı sığır eti, 1,9 kg’ı koyun ve 0,8 kg’ı diğer etlerden temin edilmektedir.
Süt Üretimi: Büyükbaş ve küçükbaş hayvanlardan üretilen bir diğer hayvansal ürün süttür. Son 20 yıllık döneme bakıldığında; toplam süt üretimi %30 oranında artmıştır. Bu artış tamamen inek sütünden kaynaklanmaktadır.
Tavukçuluk; Yumurta ve Beyaz Et Üretimi: Kümes hayvanları; et ve yumurta tavuğu, hindi, ördek ve kazdan ibarettir. Türkiye’de toplam sayı içerisinde en büyük pay et tavuğuna, ardından yumurta tavuğuna aittir.
Bal ve Yaş İpek Kozası Üretimi: Hayvansal üretim başlığı altında yer verilecek bir diğer konu arıcılık ve ipek böcekçiliğidir.
Su Ürünleri Üretimi
Her ne kadar bitkisel ve hayvansal faaliyetler kadar bir büyüklüğe sahip olmasa da Türkiye gibi üç tarafı denizle çevrili bir ülke için su ürünlerinin üretimi ve piyasası önemlidir.
Denizlere göre üretilen ürünlere bakıldığında ise 2010 yılı itibarıyla en fazla üretimin hamsi balığında olduğu (229 bin ton), bunun da büyük bir kısmının (173 tonu) Doğu Karadeniz’de gerçekleştirildiği görülmektedir.
Tarımsal İstihdam
Türkiye’de tarımsal istihdam miktarı 2000’li yıllarda yaklaşık 8 milyondan 5 milyon dolayına, toplam istihdamdaki payı ise yaklaşık %36’lardan %25’lere gerilemiştir.
Bir ekonomik faaliyette(örneğin tarımda)çalışanların sayısı azaldığı hâlde üretimde belirgin bir düşüş olmuyorsa, bu faaliyet kolunda gizli işsizlik söz konusudur. Bunun sebebi iş gücünün marjinal verimliliğinin sıfıra yakın, sıfır veya negatif olmasıdır.
Tarımsal Dış Ticaret
1980 öncesi dönemde tarımsal ürünlerin ihracatı Türkiye’nin dış ticaretinde önemli yer tutmakta idi. Türk ekonomisi 1980 yılından sonra yönünü sınırları dışına çevirmiş ve ekonomik gelişimini dış ticarete (ihracata) dayalı bir büyüme stratejisine bağlamıştır.
Özellikle son yıllarda tarımsal ürünlerde dış ticaret açığının hızla arttığı dikkat çekmektedir.
En fazla ihracatın yapıldığı ülkeler ise; İtalya, Hollanda, Almanya, Lübnan, Yunanistan ve İspanya’dır.
TÜRKİYE’DE TARIMSAL DESTEKLEME POLİTİKALARI
Türkiye’de tarım politikasının uygulanma şekli kalkınma planları ile gerçekleştirilmektedir.
Kalkınma planlarında tarım politikaları ile gerçekleştirilmek istenen amaçlar aşağıdaki gibi sıralanabilir:
• Tarımsal üretim seviyesini ve verimliliği arttırmak, sektörün gelişme hızını sürdürülebilir kılmak,
• Tarımsal üretimde mümkün oldu¤unca kendine yeterli bir düzeye ulaşmak ve toplumun dengeli bir şekilde beslenmesini sağlamak,
• Tarıma dayalı sanayinin, tarımsal girdi ihtiyacını yurtiçinden karşılamak,
• Sektörde gelir düzeyini yükselterek, sektörler arasındaki gelir farklılıklarını gidermek,
• Tarımsal istihdamı verimli hâle getirmek ve buradan başka sektörlere işgücünü göçünü kontrol etmek,
• Sektörün teknoloji düzeyini yükselterek, tarımsal üretimin doğal koşullara bağımlılığını azaltmak,
• Tarımda verimlilik düzeyinin arttırılması amacıyla modern girdi kullanımını sertifikalı tohumculuk ve damızlık) teşvik etmek, sulama faaliyetlerini geliştirmek,
• Tarım ürünlerinin uluslararası rekabet gücünü artırmak ve
• Tarımda destekleme politikasını etkin bir araç olarak kullanmak.
Tarım sektörüne uygulanan destekler fiyat, gelir ve diğer destekler olarak üç temel kategoriye ayrılır. Gelir destekleri, kendi içerisinde dolaylı ve doğrudan gelir desteği olarak ikiye ayrılmaktadır. Fiyat destekleri içerisinde teşvikler, primler, kota ve tarifeler, vergiler ve ihracat iadeleri sayılabilir.
Doğal afetler karşılığında yapılan bitkisel ve hayvansal zarar ödemeleri doğrudan gelir desteği kapsamında yer alırken, tarımsal hammadde alımı, tarımsal üretim kredileri, hayvan sigortası ve depolama gibi üretim maliyetlerini azaltan destekler dolaylı gelir destekleri içerisinde sayılabilir.
Son destek kalemi olan diğer destekler içerisinde ise eğitim, araştırma-geliştirme (AR-GE), pazarlama, dağıtım ve yayım gibi destekler bulunmaktadır.
TÜRK TARIM SEKTÖRÜNÜN AB ORTAK TARIM POLİTİKASINA UYUMU
Avrupa Birli¤i (AB) Ortak Tarım Politikası’nın (OTP) temelleri 1958 yılında atılmış ve Birliğin ilk ortak politikası olmuştur.
Üye ülkelerin tarım politikalarını siyasal ve ekonomik anlamda bütünleştirmek olan bu politika demetinin amaçları aşağıdaki gibi sıralanabilir
• Üretim standartlarını ve tarım teknolojisini geliştirmek,
• Tarımsal üretim araçlarının etkili kullanımını sağlamak,
• Avrupa’daki tarımsal üretimin verimliliğini artırmak,
• Piyasalarda istikrarı sağlamak,
• Ürün arzının güvenliğini sağlamak,
• İşgücünün optimum kullanımını sağlamak,
• Gelir artışı sağlamak,
• Fiyata dayalı haksız rekabetin önüne geçmek.
Bununla birlikte OTP üç temel ilke üzerine inşa edilmiştir. Bu ilkeler ve ilkelerin kapsamı ise şu şekilde özetlenebilir.
• Tek tarım pazarı ilkesi: Bunun anlamı, AB’ye üye ülkeler arasında tarım ürünlerinin serbest dolaşımı önündeki tüm engellerin kaldırılması ve tarımsal ürünlerin piyasa koşulları içerisinde alınıp satılabileceği tek bir pazarın oluşturulmasıdır.
• Topluluk tercihi ilkesi: Bu ilke ile ithal ikameci bir anlayış içerisinde, öncelikle AB’ye üye ülkelerin tarım ürünlerinin tüketilmesi ve söz konusu yerli ürünlerin ithalata karşı korunmasını sağlayarak AB tarım ürünleri ihracatının geliştirilmesi hedeflenmektedir.
• Ortak mali sorumluluk ilkesi: Bu ilke doğrultusunda AB’de OTP’ye ilişkin tüm harcamalar, üye ülkeler tarafından ortaklaşa karşılanacaktır. Bu amaçla,1962 yılında AB bütçesi içerisinde Tarımsal Garanti ve Yön Verme Fonu (FEOGA) oluşturulmuştur.
Ünite:1(Özet)
Deniz sınırlarının uzunluğu 8333 km, kara sınırları ise 2875 km’dir. Bu yüzölçümü ile Türkiye, İran dışındaki bütün komşularından daha geniş topraklara sahiptir.
Türkiye’de 1950′lerden itibaren nüfus artışı teşvik politikası terkedilerek, nüfus planlamasına geçilmiştir.
Türkiye ile Nahcivan sınırı 18 kilometredir.
Türkiye 36° – 42° Kuzey enlemleri, 26°-45° Doğu boylamları arasında yer alır
Sınır komşularımız:Suriye 877,İran 454,Irak 331,Ermenistan 316,Gürcistan 276,Yunanistan 212,Bulgaristan 269,Nahcivan 18 toplam 2753 km.
Kıyılarımızın Uzunluğu:Ege Denizi 2805,Karadeniz 1695,Akdeniz 1577
Marmara ve Boğazlar 1189 ,Adalar 1067 ,toplam 8333 km.dir.
Türkiye nin deniz üzerindeki sınırlarının uzunluğu 8272 km dir.
Türkiye nin izdüşüm alanı 779,452 km dir Gerçek alanı 814,578 km dir aradaki fark arazinin engebeli olmasındandır.
Türkiye yüzölçümü bakımından dünyanın 34′ncü ülkesidir.
Türkiye’nin en kısa kara sınırına sahip olduğu ülke Nahcivan’dır.
Asya ile Avrupa’yı birbirinden ayıran iki önemli deniz boğazının (Çanakkale ve İstanbul) üzerindedir. Ülke topraklarının yaklaşık %97’si Asya, %3’ü ise Avrupa kıtasındadır.
Türkiye coğrafi olarak 7 bölgeye (Marmara, Ege, Akdeniz, İç Anadolu, Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu) ve idari açıdan 81 ile (vilayete) ayrılmıştır.
Türkiye’de idari açıdan 81 il, bu illere bağlı toplam 892 ilçe, 1.997 belde ve 34.425 köy bulunmaktadır.
Türkiye toprakları, sahip oldu¤u jeolojik yapı nedeniyle bünyesinde pek çok madeni bulundurmaktadır. Dünya genelinde ticareti yapılan 90 çeşit madenden bugüne kadar sadece 13’ünün varlığı Türkiye’de belirlenememiştir.
Genel olarak bakıldığında Türkiye dünyada toplam maden üretiminde 28’inci, üretilen maden çeşitliliği açısından da 10’uncu sırada yer almaktadır.
Türkiye’deki linyit rezervinin yaklaşık %46’sı Afşin-Elbistan havzasında bulunmaktadır.
Dünyada 8 ülkede bor rezervi bulunmakla birlikte önemli bor yatakları Türkiye, ABD ve Rusya’da yer almaktadır.
Türkiye toplam 3 milyar ton rezerv miktarı ile dünya toplam bor rezervi sıralamasında %72’lik pay ile ilk sıradadır.
Kimyasal bor bileşiklerinin yaklaşık %85’lik kısmı genel olarak cam, cam yünü,cam elyafı, seramik, tarım ve deterjan sektörlerinde kullanılmaktadır.
linyit genelde termik santrallerde kullanılmaktadır.
Eskişeşehir de bor rezervi bulunmaktadır.
Karadeniz’e dökülen akarsular Sakarya, Filyos, Kızılırmak, Yeflilırmak, Çoruh Irmakları; Akdeniz’e dökülen akarsular Asi, Seyhan, Ceyhan, Tarsus, Dalaman Irmakları; Ege Denizi’ne dökülen akarsular Büyük Menderes, Küçük Menderes, Gediz ve Meriç nehirleri; Marmara Denizi’ne dökülen akarsular ise Susurluk/Simav Çayı, Biga Çayı ve Gönen Çayı şeklindedir. Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye’den doğup Basra Körfezi’ne, Aras ve Kura nehirleri ise Hazar Denizi’ne dökülür. Yurt içinden denize dökülen en uzun nehir Kızılırmak’tır (1.355 km).
Türkiye’nin en büyük gölü 3.712km2 alan ile Van Gölü’dür. Diğer göller Tuz Gölü, Eğirdir, Burdur, Beyşehir ve Acıgöl, Sapanca,İznik, Ulubat ve Manyas şeklinde sıralanabilir. Köyceğiz Gölü ise denizle bağlantısı olan az tuzlu bir göldür. Türkiye’de doğal göller dışında 706 adet baraj gölü bulunmaktadır. Bunlardan bazıları Atatürk Barajı (817 km2), Keban Barajı (675 km2) Karakaya Barajı (268 km2), Hirfanlı Barajı (263 km2) ve Altınkaya Barajı (118 km2) şeklinde sıralanabilir.
Türkiye Cumhuriyeti’nden önce Osmanlı imparatorluğu’nda ilk nüfus sayımı II. Mahmut döneminde 1830-1831 arasında yapılmıştır. Osmanlıda modern anlamda ilk nüfus sayımı 1882-1890 döneminde gerçekleştirilmiştir. Bu sayımda ülkedeki kadın nüfusu da tespit edilmiştir. Osmanlı’da son nüfus sayımı 1903-1907 yılları arasında yapılmıştır. Son sayımında imparatorluğun toplam nüfusu 20,8 milyon kişidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan nüfusun tespitine yönelik ilk sayım 1927 yılında yapılmıştır. 1927 sayımında toplam Türkiye nüfusu yaklaşık 13,7 milyon kişidir. İlk nüfus sayımında kadın nüfusu erkeklerden yaklaşık 400 bin kişi fazladır.
Cumhuriyet Dönemi’nde ikinci nüfus sayımı1935 yılında yapılmış, bu sayımı takiben 1990 yılında kadar her beş yılda bir nüfus say›m› gerçekleştirilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti 1924’teki Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Ö¤retim Birliği Yasası) ile e¤itim sistemini, ardından Harf Devrimi (1928) ile de kullandığı alfabeyi değiştirmiştir.
1997’de 4036 sayılı Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Temel Eğitim Yasası ile birlikte 5 yıllık olan zorunlu eğitim ve öğretim 8 yıla çıkarılmıştır.
UNDP’nin 2011 yılı İnsani Gelişme Raporu’nda Türkiye 187 ülke arasında 92’nci sıradadır. Türkiye, bir önceki yıla göre iyileşme sağlayarak üç basamak yukarı çıkmıştır.
2011 yılı İnsani Gelişme Raporu’nda Türkiye IGE de¤eri 0,699’dur. Bu değer ile Türkiye 187 ülke arasında 92’nci sırada yer almaktadır.
Aktif Nüfus: Ülke nüfusunun üretici konumunda olan kesimi, 15-64 yaş arası bireylerden oluşmaktadır.
Bağımlılık oranı ise ülkede çalışan (15-64 yaş arası) her 100 kişinin, bakmakla yükümlü olduğu çalışmayan (0-14 ile 65+) kişi sayısı ile ölçülmektedir.
Osmanlı’da Sosyal Güvenlik:19. yüzyılda ise Darülaceze (düşkünler yurdu), Darüşşafaka (yoksul, öksüz ve yetimler için okul) gibi kurumların yanı sıra emeklilik (1866’da kurulan Askeri Tekaüt Sandığı ve 1881’deki Sivil Memurlar Emekli Sandığı) ve yardımlaşma sandıkları kurulmuştur.
Tanzimat sonrasında çalışma hayatı ve işçilerle ilgili yapılan kanuni düzenlemeler ise dar kapsamlıdır. Bu düzenlemeler Maden Nizamnamesi (1863), Dilaver Paşa Nizamnamesi (1865) ve Maadin Nizamnamesi’dir (1869)
Cumhuriyetin ilk yıllarında Sosyal Güvenlik:1921’deki 151 sayılı Ereğli Havzai Fahmiyesi Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun (4. Madde) ile kurulan Amele Birliği, Türkiye’nin kanun ile kurulan ve üyeliği zorunlu olan ilk sosyal güvenlik kuruluşudur.
Türk Sosyal Güvenlik Sistemi’nin ilk kurumu 1946’da oluşturulan İşçi Sigortaları Kurumu’dur. Bu kurum 1965’te Sosyal Sigortalar Kurumu’na (SSK’ya) dönüştürülmüştür. 1950’de 11 farklı emekli sandığı birleştirilerek Emekli Sandığı kurulmuştur.
Bağ- Kur ise 1972 yılında kurulmuştur. Üç sosyal güvenlik kurumu arasında sosyal sigortalar alanında birçok konuda norm ve standart birliği olmadığından 2006 yılında yeni bir düzenlemeye gidilmiştir. 5502 sayılı Kanun ile Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) çatısı altında toplanmıştır.
Türkiye’de kalkınma politikaları 1923-1950 döneminde Türkiye’de ülke çapında kalkınmaya ağırlık verildiği görülmektedir. Bunun sebebi ise ülkenin tamamının kalkınma açısından yetersiz, diğer bir ifadeyle az gelişmiş olmasıdır.
1950-1960 döneminde özel sektör yatırımları daha çok İstanbul ve Marmara Bölgesi’nde yoğunlaşmıştır.
Türkiye ekonomisi Şubat 2001 Krizi’nden sonra hızlı bir büyüme sürecine girmiş, ülke 2002-2011 döneminde ortalama %6,5 oranında büyümüştür. 2011 yılında Türkiye, G-20 ülkeleri arasında Çin (%9,3) ve Arjantin’in (%8,9) ardından %8,5 büyüme oranı ile en hızlı büyüyen üçüncü ekonomi olmuştur. Türkiye 2010 yılı verilerine göre, cari fiyatlarla 734,4 milyar dolar GSYH büyüklüğü ile dünyanın 17’nci büyük ekonomisidir.
2011 verilerine Türkiye nüfus bakımından dünyanın en kalabalık 19’uncu ülkesidir.
2010 yılında Türkiye’de cari fiyatlarla kişi başına milli gelir 10.106 dolar (dünya sıralamasında 47’nci) iken, SGP’ye göre kişi başına milli gelir yaklaşık 15.340 dolardır (dünya sıralamasında 42’nci ülke)
Ülkenin doğal kaynaklarının mevcut sermaye ile en iyi şekilde kullanılabileceği nüfus miktarına Optimal Nüfus denir.
Osmanlı İmparatorlugu’nda ilk nüfus sayımının temel amaçları arasında Asker sayısını tespit etmek yer alır.
Türkiye’de işgücü niteliğinin artırılması için iş ve çalışma hayatında hizmet içi eğitimin daha nitelikli ve işlevsel hale getirilmesi gerekir.