İktisat 4. Sınıf 2. Dönem Türkiye Ekonomisi 1. Ünite Özeti

Ünite 1 – Türkiye Ekonomisinin Temel Özellikleri ve Dünya Ekonomisindeki Yeri

Özeti Word Olarak İndirmek İçin Tıkla
Türkiye’nin Coğrafi Konumu ve Doğal Kaynakları
Türkiye’nin Yüzölçümü ve Coğrafi Konumu
    Kuzey yarımkürede yer alan Türkiye’nin yüzölçümü 783.577 km2, izdüşüm alanı ise 779.452 km2’dir. Göller ve adalar da dahil edildiğinde, toplam yüzölçümü 814.578 km2’ye,izdüşüm alanı ise 783,562 km2’ye yükselmektedir. Yüzölçümü büyüklüğüne göre yapılan sıralamada Türkiye dünyanın 34’ncü büyük ülkesidir. Ülke topraklarının yarıdan fazlası dağlarla ve engebeli arazilerle kaplı olduğu için ortalama yükselti oldukça yüksektir (1.132 m). Bu nedenle gerçek yüzölçümü ile izdüşüm alanı arasında önemli bir farklılık mevcuttur.
    Türkiye coğrafi olarak üç kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika) birbirine en çok yaklaştığı yerde; Asya ile Avrupa’yı birbirinden ayıran iki önemli deniz boğazının (Çanakkale ve İstanbul) üzerindedir. Ülke topraklarının yaklaşık %97’si Asya, %3’ü ise Avrupa kıtasındadır.
    Ülke yaklaşık olarak 35° - 42° kuzey paralelleri (enlemleri) ile 25° - 44° doğu meridyenleri (boylamları) arasında yer alır. Türkiye’nin en doğusu ile en batısı arasındaki uzaklık 1.660 km iken, kuzey ile güney arasındaki mesafe 650 km’dir. Türkiye:
    Doğuda:
    Gürcistan (276 km)
    Ermenistan (328 km)
    Nahçıvan (Azerbaycan) (18 km)
    İran (560 km)
    Batıda:
    Yunanistan (203 km)
    Bulgaristan (269 km)
    Güneyde:
    Irak (384 km)
    Suriye (911 km) ile komşudur.
Ülkenin toplam sınır uzunluğu 10.765 km’dir. Bunun 2.949 km’si kara, 7.816 km’si ise deniz sınırıdır.
Coğrafi konum Türkiye’ye başta jeopolitik ve ekonomik olmak üzere pek çok açıdan fırsatların yanı sıra tehditler de yaratmaktadır. Günümüze kadar olan sürece bakıldığında Türkiye’nin mevcut fırsatları yeterince değerlendiremediği söyleyebiliriz. Örneğin üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye’de denizcilik sektörü, yüksek potansiyeline rağmen çok fazla gelişmemiş ve su ürünleri üretiminin ülke ekonomisine katkısı oldukça sınırlı kalmıştır. Coğrafi konumun doğurduğu tehditlere Soğuk Savaş döneminin getirdiği olumsuzlukları, Ortadoğu’da yaşanmış/yaşanmakta çatışmaları ve savaş ortamını örnek verebiliriz. Hem Doğu ve Batı Bloğu arasındaki Soğuk Savaş, hem de bölgesel nitelikli İran-Irak Savaşı, 1 ve 2. Körfez Savaşları Türkiye için başta askeri ve ekonomik olmak üzere pek çok açıdan ciddi tehditler yaratmıştır. Ayrıca komşu ülkelerde yaşanan iç karışıklıklar da Türkiye için tehdit olabilecek niteliktedir.
Coğrafi Bölgeler ve Ekonomik Faaliyetler Arasında İlişki
    Türkiye coğrafi olarak 7 bölgeye (Marmara, Ege, Akdeniz, İç Anadolu, Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu) ve idari açıdan 81 ile (vilayete) ayrılmıştır. Coğrafi bölgeler tespit edilirken bölge içinde yer alacak illerin hem doğa şartlarının hem de beşerî ve ekonomik özelliklerinin nispeten benzerlik göstermesi önemli kriterlerdir. Coğrafi yapı bölgedeki tüm üretim faaliyetlerini etkilemektedir. Yüksek, engebeli, ısı farkının yüksek olduğu ve kış şartlarının uzun sürdüğü bölgelerde tarım (bitkisel üretim) ve sanayi faaliyetleri sınırlı kalmaktadır. Bu bölgelerde hayvancılık faaliyetleri yoğunlaşmaktadır.
    Türkiye yarı kurak bir iklim özelliğine sahiptir.
    Kuzeyde her mevsim yağışlı olan Karadeniz iklimi,
    Güneyde yazları kurak ve çok sıcak, kışlar ise ılık ve yağışlı olan Akdeniz iklimi
    İç bölgelerde (İç Anadolu, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu’nun büyük bir kısmında) karasal iklim görülür. Az yağış alan bu bölgelerde yıllık ve günlük sıcaklık farkları çok olup özellikle İç ve Doğu Anadolu’da kışlar uzun ve soğuktur.
    İklim ve doğa koşulları bölgelerin beşerî ve ekonomik yapılarını etkilemektedir. Üretimin ve istihdamın sınırlı olması, bu bölgeler dışarıya göçleri artırmaktadır.
    Türkiye’de en çok göç veren bölgelere bakıldığında Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde coğrafi ve iklimsel şartlara bağlı olarak üretimin özellikle sanayileşmenin yetersiz olması, göçü tetikleyen önemli unsurlardandır..
o    Coğrafi Bölge: Doğal, beşerî ve ekonomik özellikleriyle diğer yerlerden ayrılan ve kendi içinde nispeten benzerlik gösteren alanlardır.
o    Coğrafi Bölüm: İçinde bazı özellikleriyle ayrılan daha küçük alanlar.
Madenler
Türkiye toprakları, sahip olduğu jeolojik yapı nedeniyle bünyesinde pek çok madeni bulundurmaktadır. Dünya genelinde ticareti yapılan 90 çeşit madenden bugüne kadar sadece 13’ünün varlığı Türkiye’de belirlenememiştir. Türkiye dünyada kendi hammadde gereksiniminin önemli bir bölümünü karşılayabilen maden çeşitliliğine sahip sayılı ülkelerden biri olsa da özellikle petrol, doğalgaz ve taşkömürü gibi yakıt madenleri açısından büyük ölçüde dışa bağımlıdır. Genel olarak bakıldığında Türkiye dünyada toplam maden üretiminde 28’inci, üretilen maden çeşitliliği açısından da 10’uncu sırada yer almaktadır.
Türkiye’de çıkarılan madenleri “yakıt madenleri”, “hammadde madenleri” ve “çeşitli madenler” olmak üzere üç temel grupta toplamak mümkündür.
Başlıca yakıt madenleri:
    Kömür (taş kömürü)
    Linyit
    Petrol
    Doğalgaz
Hammadde madenleri:
    Demir
    Bakır
    Krom
    Manganez
    Bor
Günümüzde enerji ihtiyacının önemli bir kısmının karşılandığı yakıt madenlerinde özellikle petrol, doğal gaz ve taş kömüründe yurtiçi üretim istenilen ölçüde artırılamadığı için dışa bağımlılık devam etmektedir. Türkiye’de 2010 yılında enerji arzının petrolde %93, doğalgazda %98, taş kömüründe %90’lık kısmı toplamda ise ortalama %72,9’luk bölümü ithalat ile karşılanmıştır.
Türkiye, maden rezervleri yönünden başta bor olmak üzere trona, bentonit, mermer, feldspat, manyezit, alçıtaşı, pomza, perlit, stronsiyum ve kalsit gibi madenlerde dünyanın sayılı ülkeleri arasındadır.
Dünya bor rezervinin %72’si; doğal taş rezervinin yaklaşık %40’ı; feldispat rezervinin %23’ü; bentonit rezervinin %20’si ve trona rezervlerinin %2,5’i (üretimde dünya ikincisi) Türkiye’de bulunmaktadır.
Türkiye’de bilinen 3.500’e yakın metalik ve 2.000 civarında endüstriyel hammadde yatak ve zuhurları bulunmaktadır. Ayrıca, 600’ün üzerinde sıcak su kaynağı ve 140’ın üzerinde belirlenmiş jeotermal enerji alanı bulunmaktadır.
Stratejik Bir Maden: Bor
Türkiye, dünyanın en büyük ve en iyi kalitede bor rezervlerine sahip olup, dünya bor talebinin önemli bir kısmını karşılamaktadır. Dünyada 8 ülkede bor rezervi bulunmakla birlikte önemli bor yatakları Türkiye, ABD ve Rusya’da yer almaktadır. Türkiye toplam 3 milyar ton rezerv miktarı ile dünya toplam bor rezervi sıralamasında %72’lik pay ile ilk sıradadır.
Kimyasal bor bileşiklerinin yaklaşık %85’lik kısmı genel olarak cam, cam yünü, cam elyafı, seramik, tarım ve deterjan sektörlerinde kullanılmaktadır. Geri kalan %15’lik kısmı ise nükleer uygulamalar, askerî araçlar, yakıtlar, polimerik malzemeler, nanoteknolojiler, otomotiv ve enerji sektörü, metalürji ve inşaat gibi 500’e yakın alanda kullanılmaktadır. Görüldüğü gibi bor çok geniş bir alanda kullanılan stratejik bir üründür. Bu ürünlerin yurtiçinde işlenerek ihracatı hem yurtiçi katma değere hem de ihracat gelirlerinin artmasına önemli katkı sağlayacaktır.
Su Kaynakları
Türkiye’nin kara sularını akarsular, durgun sular ve yeraltı suları olmak üzere üç grupta inceleyebiliriz. Türkiye akarsular açısından zengin bir ülke olmasına karşılık, bu su kaynaklarının düzensiz akışları ve eğimleri nedeniyle akarsularda nehir taşımacılığı yapılamamaktadır. Akarsular kuvvetli eğimleri ve gömük yataklarıyla büyük hidroelektrik potansiyeline sahiptirler.
    Karadeniz’e dökülen akarsular: Sakarya, Filyos, Kızılırmak, Yeşilırmak, Çoruh ırmakları
    Akdeniz’e dökülen akarsular: Asi, Seyhan, Ceyhan, Tarsus, Dalaman ırmakları
    Ege Denizi’ne dökülen akarsular: Büyük Menderes, Küçük Menderes, Gediz ve Meriç nehirleri
    Marmara Denizi’ne dökülen akarsular: Susurluk/Simav Çayı, Biga Çayı ve Gönen Çayı şeklindedir.
Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye’den doğup Basra Körfezi’ne, Aras ve Kura nehirleri ise Hazar Denizi’ne dökülür. Yurt içinden denize dökülen en uzun nehir Kızılırmak’tır (1.355 km).
Türkiye durgun sular (göller) açısından da zengindir. Ülkemizde küçük göllerle birlikte 120’den fazla doğal göl bulunmaktadır. Türkiye’nin en büyük gölü 3.712 km2 alan ile Van Gölü’dür. Diğer göller Tuz Gölü, Eğirdir, Burdur, Beyşehir ve Acıgöl, Sapanca, İznik, Ulubat ve Manyas şeklinde sıralanabilir. Köyceğiz Gölü ise denizle bağlantısı olan az tuzlu bir göldür.
Türkiye’de doğal göller dışında 706 adet baraj gölü bulunmaktadır. Bunlardan bazıları:
    Atatürk Barajı (817 km2)
    Keban Barajı (675 km2)
    Karakaya Barajı (268 km2)
    Hirfanlı Barajı (263 km2)
    Altınkaya Barajı (118 km2) şeklinde sıralanabilir.
o    Ülkede yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1.000 m3’ten daha az ise söz konusu ülke su fakiridir.
o    Eğer kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 2.000 m3’ten daha az ise ülkede su azdır.
o    Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 8.000-10.000 m3’ten daha fazla olan ülkeler su açısından zengindir.
Türkiye’nin önemli yeraltı su rezervlerine sahip olduğu tahmin edilmektedir. Su kaynaklarının önemli bir kısmı buharlaşma ve yeraltı su kaynaklarını besledikleri için kullanılamamaktadır. Diğer yandan göllerin bir kısmının tuzlu ve sodalı olması dikkate alındığında, Türkiye’nin kullanılabilir su açısından zengin bir ülke olmadığı söylenebilir. Kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı 1.519 m3 civarındadır. Türkiye su azlığı yaşayan bir ülke konumundadır.
Türkiye’nin Nüfusu ve Demografik Göstergeleri
Nüfusun Ülke Ekonomisi Açısından Önemi
Ülke nüfusu ekonomideki temel üretim faktörlerinden emeğin (işgücünü) kaynağını oluşturmakta, ayrıca toplam tüketimi belirlemektedir. Nüfus büyüklüğü kadar nüfusun yaş gruplarına ve yerleşim yerlerine göre dağılımı, eğitim düzeyi, nüfusa yeterli eğitim ve sağlık hizmetlerinin sunulup sunulmadığının yanı sıra nüfusun ne kadarının sosyal güvenlik sistemi kapsamında olduğu gibi göstergeler de ülkenin sosyo ekonomik kalkınması açısından önemlidir. Nüfus, ülkenin savunma ve askerî gücü açısından da belirleyici role sahiptir.
Nüfus artış hızı, ülke ekonomisinin yıllık net büyümesini de etkilemektedir. Bu nedenle ülke ekonomisinin yıllık büyüme hızının nüfus artış hızının çok üstünde olması arzulanır. Bu durum özellikle yüksek nüfus artış hızına sahip az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyümesi ve kalkınması açısından nüfus artışının kontrolü önemlidir. Nüfus artışı, ülkenin sermaye birikimi, işgücü ve istihdam düzeyi, doğal kaynaklar, teknolojik gelişme (ilerleme), milli gelir, kamu harcamaları, konut talebi, beslenme, iç göç ve kentleşme (şehirleşme) gibi ekonomik ve sosyal pek çok değişkeni etkilemektedir. Artan nüfusa bağlı olarak eğitim ve sağlık harcamalarına daha fazla ihtiyaç duyulur. Bu noktada nüfusun ihtiyacı olan temel hizmetlerin sağlanması gerekir. Bu ise Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde sınırlı kaynakların, hızlı nüfus artışı nedeniyle demografik yatırımlar için harcanması demektir. Hızlı nüfus artışı ülkenin daha verimli yatırımlara gidecek kaynaklarını emer, dolayısıyla hızlı ekonomik kalkınma açısından olumsuzluk yaratır.
o    Demografik Yatırımlar: Eğitim, sağlık, beslenme, barınma (konut) gibi alanlar için yapılan harcamalardır. Bu yatırımlar özellikle hızlı nüfus artışı ile birlikte ekonomideki sınırlı kaynakları emer. Böylece daha hızlı kalkınma için gerekli yatırımlara ayrılan kaynaklar azalır.
Nüfus Sayımı, Osmanlı Devleti ve Türkiye
Cumhuriyeti’nde Toplam Nüfus
Nüfus sayımı ülke içinde yaşayan nüfusu doğru bir şekilde tespit edebilmek için yapılmaktadır. Bu sayımlarda, nüfusun idari birimlere göre dağılımının yanı sıra toplumun başlıca demografik, sosyal ve ekonomik niteliklerini tam ve doğru bir şekilde ortaya çıkaran veriler de elde edilir. Bir ülkede toplumu oluşturan fertlerin (bireylerin) sayısı, cinsiyeti, yaşı, mesleği ve öğrenim durumları, o ekonominin üretim gücünü ortaya koymaktadır. Nüfus ülkenin emek (işgücü) arzının belirleyicisidir. Nüfusun yetersiz olması ekonomik kaynakların atıl kalmasına, ülkenin üretim gücünün potansiyelinin altında olmasına ve birçok başka olumsuzluğu beraberinde getirmektedir. Diğer yandan nüfusun ülkenin ekonomik kaynaklarına göre fazla olması işsizliğe, elde edilen gelirin daha çok kişi tarafından tüketilmesine, refah kaybına ve buna bağlı olarak pek çok ekonomik ve sosyal soruna neden olabilmektedir. Bu nokta da ülke nüfusunun ekonomik kaynaklarıyla dengeli olmasının önemi ortaya çıkmaktadır.
o    Optimal Nüfus: Ülkenin doğal kaynaklarının mevcut sermaye ile en iyi şekilde kullanılabileceği nüfus miktarıdır.
Osmanlı İmparatorluğunda Nüfus Sayımı ve Amaçları
Türkiye Cumhuriyeti’nden önce Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk nüfus sayımı II. Mahmut döneminde 1830-1831 arasında yapılmıştır.
Bu nüfus sayımında amaç, devletin asker potansiyelini ve vergi kaynaklarını (özellikle gayrimüslimlerden alı-nacak cizye için mükellefleri belirlemek) tespit etmektir.
Bir diğer amaç, ülkede yaşayan Müslüman ve Müslüman olmayan (gayrimüslim) nüfusu ortaya çıkarmaktır. Bu sayımda sadece erkek nüfus sayılmıştır. Osmanlıda modern anlamda ilk nüfus sayımı 1882-1890 döneminde gerçekleştirilmiştir. Bu sayımda ülkedeki kadın nüfusu da tespit edilmiştir. Osmanlı’da son nüfus sayımı 1903-1907 yılları arasında yapılmıştır. Son sayımında İmparatorluğun toplam nüfusu 20,8 milyon kişidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde Nüfus Sayımları
Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan nüfusun tespitine yönelik ilk sayım 1927 yılında yapılmıştır. 1927 sayımında toplam Türkiye nüfusu yaklaşık 13,7 milyon kişidir. İlk nüfus sayımında kadın nüfusu erkeklerden yaklaşık 400 bin kişi fazladır. Balkan Savaşları’nın yanı sıra I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda verilen kayıplar toplam nüfus içinde erkek nüfusu azaltmıştır. Cumhuriyet Dönemi’nde ikinci nüfus sayımı 1935 yılında yapılmış, bu sayımı takiben 1990 yılında kadar her beş yılda bir nüfus sayımı gerçekleştirilmiştir. Söz konusu sayımlar belli bir günde sokağa çıkma yasağı uygulanarak yapılmakta idi. Sayım anında ülkede bulunan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ile yabancılar sayılmakta buna karşılık ülkede ikamet eden fakat sayım anında ülke dışında bulunan kişiler ise sayım dışı kalmakta idi. Nüfus sayımı 1990 yılından sonra on yılda bir yapılmaya başlanmıştır. Sokağa çıkma yasağı uygulanarak yapılan sayımlarda kişiler sayım günü bulundukları yerlerde sayıldığından (de facto yöntemine göre), bu yöntem yerleşim yerlerinin daimi ikametgâhları hakkında net bilgi vermemekte idi.
25 Nisan 2006’da çıkarılan 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’ne (ADNKS) geçilmiştir. ADNKS’ye dayalı ilk nüfus sayım sonuçları 2007 yılına ilişkindir. Bu sonuçlar 21 Ocak 2008’de açıklanmıştır. Yeni sistemde (ADNKS) yerleşim yerlerinin nüfus büyüklüğü, yaş ve cinsiyet yapı- sı bilgileri derlenmekte, sonuçlar TÜİK tarafından her yılın Ocak ayında açıklanmaktadır. Nüfus istatistikleri her yıl bu sisteme dayalı olarak üretilmektedir.
o    Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS): Kişilerin yerleşim yerlerine göre nüfus bilgilerinin güncel olarak tutulduğu, nüfus hareketlerinin her an izlenebildiği, MERNİS (Merkezi Nüfus İdaresi Sistemi) kayıtlarındaki T.C. Kimlik Numarasına göre kişiler ile ikamet adreslerinin eşleştirildiği TÜİK tarafından yapılan bir kayıt sistemidir. Bu sistemde, TÜİK ile İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri (NVİ) Genel Müdürlüğü ortaklaşa çalışmaktadır. Ayrıca ADNKS, Ulusal Adres Veri Tabanı (UAVT) ve nüfus idaresinde yapılan işlemlerle devamlı olarak güncellenmektedir.
Nüfus Artışı
Cumhuriyet ilanından sonra nüfus artışı teşvik edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemindeki savaşlar, ülke nüfusunu özellikle de erkek nüfusu azaltmış idi. Diğer yandan yetersiz sağlık hizmetleri ve beslenmenin yanı sıra diğer faktörlerin de etkisiyle ölüm oranları gelişmiş ülkelere göre oldukça yüksek idi. Nüfus artışı özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanmıştır. Nüfus artışında, teşviklerin (en az 5 çocuğu olandan Yol Vergisi alınmaması gibi) yanı sıra eğitim düzeyinin düşüklüğü de önemli bir belirleyici olmuştur. Yetişkin her bireyin potansiyel bir işgücü olması aileleri sosyo ekonomik güdülerle daha fazla çocuğa yöneltmiştir.
1950-1960 döneminde nüfus artışı rekor düzeye ulaşmıştır. Hızla artan ülke nüfusu, istihdam sorununu beraberinde getirdiği ve sınırlı kaynakları demografik yatırımlara yönelttiği için, 1960’lı yıllardan itibaren aile planlaması ön plana çıkmıştır. Ülkenin nüfusu 1975 sonrasında da olsa azalma eğilimindedir. Nüfus artış hızı 1985’ten sonra ciddi bir düşüş göstermiş, nüfus artış hızı yıllık binde 24,88’den binde 21,71’e gerilemiştir.
Nüfusun Eğitim Özellikleri
Eğitim, işgücünün niteliği açısından önemli bir göstergedir. Eğitim, işgücünün daha nitelikli hâle gelmesini sağlayarak beşerî (insan) sermayenin gelişmesini sağlar. Günümüzde beşerî sermaye en az fiziki sermaye kadar önemli bir faktördür.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda nüfusun büyük bir kısmı eğitimden yoksun idi. 1927 nüfus sayımına göre nüfusun sadece %10,6’sı okuryazar idi. Bir ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınmasında beşerî sermayenin geliştirilmesi sürekli ve istikrarlı bir eğitim ile mümkün olmaktadır.
Yapılandırılmış (formel) eğitimin yanı sıra yarı yapılandırılmış (nanformel), yapılandırılmamış (informel) eğitimi de kapsayan yaşam boyu eğitim, bireylerin kendilerini geliştirmesini sağlar. Bu noktada yapılandırılmış eğitimin yanı sıra diğer eğitim sistemlerinin de geliştirilmesi gerektiği vurgulanmalıdır. İş ve çalışma hayatında hizmet içi eğitimin daha nitelikli ve işlevsel hâle getirilmesi, tecrübelerin aktarıldığı konferans etkinliklerinin çoğaltılması vb. etkinlikler işgücünün niteliğine önemli katkı sağlayacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti 1924’teki Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) ile eğitim sistemini, ardından Harf Devrimi (1928) ile de kullandığı alfabeyi değiştirmiştir. Özellikle Harf Devrimi ile pek çok kişi yeni sisteme göre okuryazar olmayan nüfusa dahil edilmiştir. 1927’de %10’lar düzeyinde olan okuryazarlık oranı 1928’de yüzde sıfır düzeyine inmiştir.
Türkiye’de eğitim ve öğretim anlamında Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze önemli ilerleme sağlanmış olsa da gelişmiş ülkeler düzeyi henüz yakalanamamıştır. 1997’de 4036 sayılı Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Temel Eğitim Yasası ile birlikte 5 yıllık olan zorunlu eğitim ve öğretim 8 yıla çıkarılmıştır. Yasa, eğitim süresi açısından olumlu sonuçlar yaratırken, endüstri ve meslek liselerine yönelik talebi ciddi ölçüde düşürmüştür. Bu da sanayinin nitelikli ara elemanı ihtiyacını karşı lamasında olumsuzluklar yaratmıştır. Türkiye’de eğitim politikasının belli bir stratejiye göre oluşturulamaması, eğitimde önceliklerin ve sistemlerin sürekli değişmesi, eğitim çıktılarına olumsuz yansımaktadır.
2011 yılı verilerine göre Türkiye’de yaklaşık 17 milyon kişi hiç okula gitmemiş ve/veya zorunlu eğitim süresini tamamlayamamıştır. 3,1 milyonu ise okuma yazma bilmemekte ve bu nüfusun büyük bir bölümünü kadınlar oluşturmaktadır. Türkiye’de yükseköğretim yaygınlaştırılamamıştır.
OECD’nin 2009 yılı verilerine göre Türkiye’de yetişkin nüfusun sadece %13’ü yükseköğretim mezunudur. Burada mevcut talebi karşılayacak üniversite sayısı kadar, öğretim elemanı sayısının yetersizliği ve teknik altyapının eksikliği de önemlidir. Bu anlamda yeni kurulan üniversiteler, altyapıların oluşturulamaması nedeniyle kısa vadede sadece üniversite sayısını artırmaktadır.
Türkiye’de İnsani Gelişmişlik
İnsani Gelişme Endeksi: Kalkınmada İnsani Boyutun Ölçülmesi
Ülkelerin kalkınma düzeylerini belirlemede kullanılan en yaygın ölçümlerden biri de Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından kullanılan “İnsani Gelişmişlik Endeksi (İGE)” diğer adıyla “Beşeri Kalkınma Endeksi”dir. UNDP 1990 yılından bu yana yıllık İnsani Gelişme Raporu (Beşeri Kalkınma Raporu) yayımlamaktadır. Rapor’da ülkelerin ekonomik göstergelerinin yanı sıra ekonomik olmayan göstergelerine ilişkin veriler de ele alınarak İGE değerleri hesaplanmaktadır. Bunun yanında ülkelerin kalkınma politikaları ele alınmakta ve kalkınmada insani gelişme üzerinde özellikle durulmaktadır. 2011’de UNDP, İGE değerlerine göre ülkeleri 4 gruba ayırmaktadır. Bunlar;
    Çok yüksek insani gelişme
    Yüksek insani gelişme
    Orta insani gelişme
    Düşük insani gelişme şeklindedir.
o    İnsani Gelişme Endeksi: UNDP tarafından yayımlanan İnsani Gelişme Raporu’nda kullanılan endekstir. İnsani Gelişme Endeksi (İGE) Pakistanlı iktisatçı ve maliye bakanı Mahbub ul Haq ve Nobel ödüllü Hintli iktisatçı Amartya Sen liderliğindeki ekip tarafından geliştirilmiştir.
Endeksin en düşük değeri 0 iken, en yüksek değeri 1’dir. UNDP, İnsani Gelişme Endeksi’nde insani gelişmeyi, ekonomik göstergelerin (gelir) yanı sıra ekonomik olmayan göstergeleri de dikkate alarak ölçmektedir. Zaman içinde endekste değişkenlerin yanı sıra değişkenlerin ağırlıkları da değişebilmektedir.
İnsani Gelişme Endeksi ve Türkiye
UNDP’ nin 2011 yılı İnsani Gelişme Raporu’nda Türkiye 187 ülke arasında 92’nci sıradadır. Türkiye, bir önceki yıla göre iyileşme sağlayarak üç basamak yukarı çıkmıştır. Bu gelişmede Türkiye’nin milli gelir seviyesinin küresel ekonomik krizden görece az etkilenmesi ve doğumda beklenen yaşam süresinin 72,2 yıldan 74 yıla çıkması önemli rol oynamıştır. Türkiye yüksek insani gelişmişliğe sahip ülkeler arasında yer almasına karşılık, içinde bulunduğu grubun İGE ortalamasından (0,741) daha düşük bir değere sahiptir. Geçmişe yönelik yapılan hesaplamalarda ise Türkiye 1965 yılında düşük insani gelişme düzeyinde iken, 1972 yılında orta insani gelişmişlik düzeyine yükselmiştir.
Türkiye’nin 1970’li yıllarda yaşadığı ekonomik, siyasi ve sosyal kargaşa ve çatışma ortamı ülkenin kalkınma hızını önemli ölçüde düşürmüştür. 1970’lerden 2000’li yıllara kadar olan süreçte ülke ekonomisindeki istikrarsızlıklar insani gelişme açısından istenilen ivmenin yakalanmasını engellemiştir. Söz konusu dönemde
Türkiye İGE değerini artırsa da diğer ülkelerin gerisinde kalmıştır. Bu dönemde yüksek enflasyonist ortam ülkede gelir dağılımındaki adaletsizliği artırmış, artan faiz harcamaları ise yapılması gereken eğitim, sağlık ve çeşitli altyapı hizmetlerinin aksamasına veya yapılamamasına yol açmıştır. Yapılan devalüasyonlar ise dolar cinsinden milli geliri düşürmüştür. Hızlı nüfus artışı, okullaşma oranlarının düşük olması, ciddi orandaki okuryazar olmayan nüfus, artan işsizlik vb. nedenler Türkiye’nin İGE değerine olumsuz yansımıştır. İnsani Gelişmişlik Raporu’nun diğer adıyla Beşerî Kalkınma Raporu’nun hazırlandığı 1990 yılından günümüze Türkiye’nin İGE değerinde yıllık ortalama artış, %1,08’dir.
o    İnsani Gelişme Raporu (HDR): Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından 1990 yılından bu yana yayınlamaktadır. İlk rapor Pakistanlı iktisatçı ve maliye bakanı Mahbub ul Haq liderliğindeki bir ekip tarafından hazırlanmıştır. Raporda ülkelerin gelişmişlik (kalkınma) düzeyleri karşılaştırılırken, insani kalkınma açısından önemli olan eğitim, sağlık gibi pek çok ekonomik olmayan gösterge de dikkate alınmakta ve bu alanlara yönelik politikalar değerlendirilmektedir.
2011 İnsani Gelişme Raporu ve Türkiye
Türkiye özellikle eğitim, sağlık, gelir dağılımı gibi ekonomik ve sosyal alanda gelişmiş ülkelerin yanı sıra pek çok gelişme yolundaki ülkenin gerisinde kalmıştır. İGE değerlerine göre yapılan sıralamada Türkiye’nin gerilerde kalmasında ekonomik olmayan göstergeler oldukça fazla etkili olmuştur. Eğitim, bilim, sağlık ve diğer çevresel faktörlere ilişkin endekslerdeki düşük performanslar Türkiye’nin sıralamadaki yerini aşağıya çekmiştir. Kişi başına milli gelir sıralamasında 65’inci olan Türkiye, gelir dışı insani gelişmişlik endeksi sıralamasında 116’ncı sırada yer almaktadır. Diğer yandan, Türkiye doğumda beklenen ortalama yaşam süresinde (73,9 yıl) 187 ülke arasında 76’ncı, ortalama okullaşma süresinde (6,5 yıl) 122’nci, beklenen okullaşma süresinde (11,8 yıl) 119’ncu ve kişi başına milli gelirde (12.246 dolar- sabit fiyatlarla satınalma gücü paritesine göre) 66’ncı sırada yer almıştır.
o    2011 yılı İnsani Gelişme Raporu’nda İGE değerleri açısından ilk beşte yer alan ülkeler:
1.    Norveç (0,943)
2.    Avustralya (0,929)
3.    Hollanda(0,910)
4.    ABD (0,910)
5.    Yeni Zelanda (0,908)
Türkiye’de İşgücü Piyasasına İlişkin Temel Göstergeler
Türkiye işgücü piyasasındaki gelişmeler aktif nüfus, işgücüne katılma oranı, bağımlılık oranı, istihdam oranı, işsizlik ve işgücü maliyetleri çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bir ülkede, ülke nüfusunun tamamı üretim sürecine katılamamaktadır. Hastalar, yaşlılar, sakatlar, askerler ve mahkûmların yanı sıra üniversite yurtları ve yetiştirme yurtlarında kalanlar çalışamamaktadır. Bunların dışında kalan 15 ve daha üstü yaş gruplarındaki bireyler kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfusu oluşturmaktadır. Aktif nüfus ise ülke nüfusunun üretici konumunda olan 15-64 yaş arasındaki bireylerden oluşmaktadır.
o    Aktif Nüfus: Ülke nüfusunun üretici konumunda olan kesimi, 15-64 yaş arası bireylerden oluşmaktadır. Hastalar, yaşlılar, sakatlar, askerler ve mahkûmların yanı sıra üniversite yurtları ve yetiştirme yurtlarında kalanlar, üretim sürecine katılma imkânı olmadıkları için aktif nüfus içinde yer almazlar.
İstihdam, çalışmak istek ve yeteneğinde bulunan bireylerin (kişilerin) üretim sürecinde kullanılmasıdır.
İşsiz ise çalışma istek ve yeteneğinde olduğu hâlde geçerli(cari) ücret ve çalışma şartlarında iş bulamayan bireylere denir.
Bağımlılık oranı ise ülkede çalışan (15-64 yaş arası) her 100 kişinin, bakmakla yükümlü olduğu çalışmayan
(0 -14 ile 65+) kişi sayısı ile ölçülmektedir.
o    İşgücüne Katılma Oranı (İKO): Nüfusun işgücü olan kısmının kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfusa (15 ve üstü yaş grubuna) oranıdır. Ülkede işgücüne katılım oranı artıkça, bağımlılık oranı azalmaktadır. Gelişmiş ülkelerde yaşlı bağımlılık oranı ciddi bir sorun iken, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde genç bağımlılık oranı önemli sorun teşkil etmektedir.
2011 yılı verilerine göre, Türkiye’de yaklaşık 53,6 milyon kişi kurumsal olmayan çalışma çağındaki toplam nüfus içinde 26,7 milyon kişi, işgücünü oluşturmaktadır. İşgücünün 24,1 milyon kişisi istihdam edilirken, 2,6 milyon kişi işsizdir. İşsizlik Türkiye ekonomisinin karşılaştığı en önemli sorunlardandır. 1980-2012 döneminde Türkiye’de işsizlik oranları %7’nin altına indirilememiştir. 2002’den sonraki dönemde hızlı ekonomik büyümeye rağmen işsizlik oranları çift haneli oranlara ulaşmıştır. Üretim artışı için yeni işgücü alımı yerine mevcut işgücünün vardiyasının artırılmasının yanı sıra daha yoğun teknoloji ve makine kullanımı, işsizliğe olumsuz yansımıştır.
2009’da Küresel Mali Krizin de olumsuz etkisiyle üretimde yaşanan daralma, işsizlik oranını %14’lük rekor düzeye çıkarmıştır. Krizin olumsuz etkilerinin azalması ve istihdama getirilen teşviklerle beraber işsizlik oranı Mayıs 2012’de %8,2 seviyesine düşmüştür. Kentlerdeki işsizlik oranı (Mayıs 2012’de %10,1) kırsal kesimdeki işsizlik oranından (Mayıs 2012’de %4,5) daha yüksektir.
2000-2012 döneminde istihdamda tarımın payı hızla azalarak %36’dan %25,2’ye inmiştir. Buna karşılık Türkiye’de tarımın istihdamdaki payı gelişmiş ülkelere göre oldukça yüksektir. Tarımın istihdamdaki payının azalışına karşılık hizmetler sektörünün istihdamdaki payı %46,3’ten %56’ya yükselmiştir.
İşgücü Maliyetlerinde Gelişmeler
Türkiye’de istihdamın artırılmasında yüksek olan işgücü maliyetlerinin aşağıya çekilmesi önemlidir. Bu maliyetlerin aşağıya çekilmesi hem kayıt dışı istihdamı hem de işsizliği azaltacaktır. 1998-2010 döneminde işgücü maliyetlerinde reel anlamda bir artış söz konusudur. Şubat 2001 Krizi nedeniyle işçi ücretlerine düşük zam yapılması hatta indirime gidilmesi işçi kesiminde maliyetleri azaltmıştır.
Türkiye’de Sosyal Güvenlik
Tanım ve Kapsam
Sosyal güvenlik, sosyal refah devleti anlayışının en önemli uygulamalarından biridir. Sosyal güvenliğin temeli, bireylerin yaşamlarında karşılaşabilecekleri olası (muhtemel) risklere karşı önceden tedbir almalarına dayanır. Çünkü bireyler yaşamları boyunca kendi iradeleriyle (analık ve aile sahibi olma) ya da iradeleri dışında çeşitli mesleki (iş kazası, meslek hastalığı ve malullük), fizyolojik (hastalık, yaşlılık, ölüm gibi) ve sosyoekonomik (işsizlik, yoksulluk) risklerle karşı karşıyadırlar. Sosyal güvenlik sistemi bireylerin bugünü ve geleceği için bir sigorta niteliği taşımaktadır. Sosyal güvenlik sistemi kişilere, belirli sosyal risklerin gerçekleşmesi sonucunda ortaya çıkan muhtelif zararların, ilave maliyetlerin veya gelir kayıplarının kısmen veya bütünüyle telafisine yönelik ekonomik güvence sistemidir.
Uluslararası standartlar bakımından sosyal güvenliğin kapsamında kısa ve uzun vadeli ekonomik ve sosyal risklere karşı sigorta oluşturulması ve belirlenen hak sahiplerine aylık bağlanması ya da diğer ödemelerin yapılması yer almaktadır. Geniş anlamda sosyal güvenlik kapsamına sosyal hizmetler ve sosyal yardımlar girmektedir. Sosyal hizmetler daha çok bakıma muhtaç durumdaki bireylere yönelik verilen ve onların onurlu bir yaşam için gerekli tüm ihtiyaçlarının karşılanmasını kapsamaktadır. Sosyal yardımlar ise yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik yardımlardır. Geniş açıdan bakıldığında sosyal güvenlik, toplumun refahının artırılması ve yaşam standartlarının yükseltilmesi için sosyal ve ekonomik politikaların hayata geçirilmesini kapsamaktadır.
Türkiye’de Sosyal Güvenlik Sistemi
Osmanlı’da Sosyal Güvenlik
Türk toplum geleneğinin bir parçası olan güçlü aile bağları ve yardımlaşmanın yanı sıra vakıf kültürü toplumdaki sosyal dayanışmayı artırmıştır. 18. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti’nde sosyal güvenlik daha kurumsal bir yapı kazanmış ve ilk kez bu yüzyılda sosyal yardım amaçlı vergi toplanmaya başlanmıştır.
19. Yüzyılda ise Darülaceze (düşkünler yurdu), Darüşşafaka (yoksul, öksüz ve yetimler için okul) gibi kurumların yanı sıra emeklilik (1866’da kurulan Askeri Tekaüt Sandığı ve 1881’deki Sivil Memurlar Emekli Sandığı) ve yardımlaşma sandıkları kurulmuştur. Tanzimat sonrasında çalışma hayatı ve işçilerle ilgili yapılan kanuni düzenlemeler ise dar kapsamlıdır. Bu düzenlemeler Maden Nizamnamesi (1863), Dilaver Paşa Nizamnamesi (1865) ve Maadin Nizamnamesi’dir (1869). Modern anlamda sosyal güvenlik Osmanlı Devleti’nde Avrupa’ya oranla oldukça geç gelişme göstermiştir.
Cumhuriyetin İlk Yıllarında Sosyal Güvenlik
Sosyal güvenlik anlamında Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki düzenlemelerin yanı sıra Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki düzenlemeler de dar kapsamlı ve yetersiz kalmıştır. 1921’deki 151 sayılı Ereğli Havzai Fahmiyesi Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun (4. Madde) ile kurulan Amele Birliği, Türkiye’nin kanun ile kurulan ve üyeliği zorunlu olan ilk sosyal güvenlik kuruluşudur. Bunun dışında Cumhuriyet’in ilk yıllarında, sosyal sigortalara benzeyen çok sayıda emeklilik ve yardımlaşma sandıkları için kanun çıkarılmıştır.
Sosyal Güvenlik Kuruluşları
Türkiye Cumhuriyeti’nde modern anlamda sosyal güvenlik sistemi II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulmuştur.
    Savaştan sonra sosyal sigorta kolları ile ilgili ilk kanun, 4772 sayılı İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu’dur (1945).
    4772 sayılı Kanun’a paralel olarak 4792 sayılı İşçi Sigortaları Kurumu Kanunu (1945) çıkarılmıştır. 4792 sayılı Kanun’un 1 Ocak 1946’da yürürlüğe girmesiyle birlikte o tarihe kadar kurulan çok sayıda işçi sandığı İşçi Sigortaları Kurumu çatısı altında birleştirilmiştir.
    8 Haziran 1949’da kabul edilen ve 1 Ocak 1950’de yürürlüğe giren 5434 sayılı Kanun ile Türk sosyal güvenlik sisteminin önemli kurumlarından olan Emekli Sandığı kurulmuştur. Böylece sayıları 11’i bulan mevcut emeklilik sandıkları ortadan kaldırılmış, çalışanlardan ve işverenlerden prim alınması ilkesine dayalı, modern anlamda bütüncül bir sosyal güvenlik yapısı oluşturulmuştur.
    Sosyal güvenlik alanında 1961 Anayasası önemli bir dönüm noktasıdır. Anayasa’nın (1961) 60. Maddesi’nde “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar” hükmü ile sosyal refah devletinde kamunun üstleneceği role vurgu yapılmıştır. Sosyal güvenlik kurumlarının tek çatı altında birleştirilmesi fikrine ilk kez Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda (1963-1967) yer verilmiştir.
    1965’te İşçi Sigortaları Kurumu, Sosyal Sigortalar Kurumu’na (SSK’ya) dönüştürülmüş, işçilerin sosyal güvenlik ile ilgili hakları genişletilmiştir.1479 sayılı Kanun (1971) ile 1972 yılında Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsı z Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu (Bağ-Kur) kurulmuştur.
Sosyal Güvenlik Kuruluşlarının Birleştirilmesi ve Genel Sağlık Sigortası
Mayıs 2006’da kabul edilen 5502 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu ile Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK), Emekli Sandığı ve Bağ-Kur, tek çatı altında toplanarak Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) oluşturulmuştur. Böylece farklı kurum ve kanunlara tabi sigortalıların sigorta hak ve yükümlülüklerinin eşitlenmesi, mali olarak sürdürülebilir tek bir emeklilik ve sağlık sigortası sisteminin kurulması öngörülmüştür. Reform ile aynı zamanda nüfusun tamamına eşit, kolay ulaşılabilir ve kaliteli sağlık hizmeti sunumunu amaçlayan genel sağlık sigortası sisteminin oluşturulması hedeflenmiştir. Bu doğrultuda 31 Mayıs 2006 tarihinde 5510 sayılı
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu kabul edilmiştir.
Sosyal Güvenlikle ile İlgili Sorunlar ve Genel Değerlendirme
Türk sosyal sigorta sisteminin sorunları, gelişmekte olan ülkelerde yaşanan temel sorunlarla büyük ölçüde benzerlikler göstermektedir.
Yapısal sorunlar:
    Kurumlar arası norm ve standart farklılıkları,
    Emeklilik yaşı ve erken emeklilik sorunu,
    Af uygulamaları ve borçlanma yasaları,
    Kayıt dışı istihdam ve kaçak sorunu,
    İdari ve mali özerklik sorunu,
    Mevcut sistemin yoksulluğa karsı etkin koruma sağlayamaması ve nüfusun tamamının sosyal güvenlik kapsamına alınamaması şeklinde ifade edebiliriz.
Finansal sorunlar:
    Aktüeryal dengedeki bozukluk (aktif/pasif sigortalı oranının düşüklüğü),
    Finansman sorunları,
    Sağlık harcamalarındaki hızlı artışlar,
    Prim tahsilât oranlarındaki düşüklük ile prim oranlarındaki yükseklik,
    Prim karşılığı olmayan ödemeler ve devlet katkısının olmayışı şeklinde sıralayabiliriz.
Bu sorunların önemli bir kısmı 5502 ve 5510 sayılı kanunlarla aşılmaya çalışılsa da kısa vadede ciddi bir başarı beklenmemektedir. Günümüze kadar olan süreçte anayasa ve kalkınma planlarında yer alan hedeflere çok fazla yaklaşılamadığı da bir gerçektir. Hazırlanan tüm kalkınma planlarında aynı hedeflere yer verilmesi, bu hedeflerin yaklaşık kırk yıldır gerçekleştirilemediğini göstermektedir. Türkiye’de sigortalı nüfus oranı 1960 yılında toplam nüfusun %5,7’sine, 1965 yılında %20’sine, 1980 yılında %47’sine ve 2005 yılında %92’sine ulaşmıştır. Bu oran Mart 2012 itibarıyla %86’dır. Mart 2012 itibarıyla 63.762.642 kişi SGK kapsamındadır.
2011 yılı verilerine göre Türkiye nüfusunun yaklaşık %12’si yeşil kartlıdır. Türkiye’de emeklilere ve diğer hak sahiplerine ödenen aylıkları pek çok kişi için yeterli seviyede değildir. Farklı mevzuatlara tabi emekli ve hak sahiplerine birbirinden çok farklı tutarlarda ödeme yapılmaktadır. Uzun bir dönem yüksek enflasyon ortamında bulunan ülkede emekli maaşı dışında başka geliri olmayan önemli sayıdaki birey ve aile, TÜİK ve TÜRK-İş’in araştırmalarındaki yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.
Sosyal güvenlik sistemin gelirleri ve giderleri arasında uygun bir dengenin oluşturulması ve bu dengenin sürdürülebilir olması noktasında henüz istenilen bir görünüm mevcut değildir. Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin finansmanındaki sıkıntılar 1990’lı yıllarla başlamıştır. Erken emeklilik uygulamaları, kayıt dışı istihdam ve işsizlik, sistemin sigortacılık ilkelerine göre işletilmemesi sonucu fayda-maliyet bağlarının zayıflaması, prim tahsilat oranının düşüklüğü, prim borçlarına ilişkin aşar ve prim borçlarının düşük faizlerle yeniden yapılandırılması ve mevcut fonların iyi değerlendirilmemesi sonucu sosyal güvenlik sisteminin aktüeryal dengeleri (aktif/pasif sigortalı oranı) tamamen bozulmuştur.
Sistemin idari (yönetim) açıdan şeffaf olması noktasında eksiklikler mevcuttur. 1945 yılından bu yana sosyal güvenlikle ilgili kanunlar sıklıkla değiştirilmiştir. 2006 yılına kadar olan dönemde sosyal güvenlik sistemi içinde faaliyette bulunan kurumların farklı bakanlıklara bağlı olması, üç temel kurum (SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı) arasında norm ve standart birliğinin yanı sıra eşgüdümün sağlanamaması idari açıdan farklı uygulamaları getirmiştir.
Prim oranlarının ödenebilir seviyede olması noktasında, OECD standartlarıyla karşılaştırıldığında Türkiye’de prim oranları oldukça yüksektir. Sağlık hizmetlerine erişimin kolay ve sağlanan hizmetlerin nitelikli olması için yapılan düzenlemelerden, 2000’li yıllara kadar istenilen ölçüde başarı sağlanamamıştır. Hasta kuyruklarının yanı sıra toplumun önemli bir kesiminin sağlık hizmetlerinden faydalanamaması önemli bir eksiklik idi. Diğer yandan Bağ-Kur’a tabi olan sigortalıların sağlık yardımlarından faydalanması 1986 yılından sonra mümkün olabilmiştir. 5502 ve 5510 sayılı Kanunlarla birlikte sağlık hizmetlerine kolay erişim ve hizmetlerin niteliği konusunda önemli ilerlemeler sağlanmıştır.
Günümüzde giderek artan sosyal güvenlik açığı nedeniyle sağlık hizmetleri ve muayene ücretlerine getirilen katılım payları özellikle gelir düzeyi düşük ve yoksul kesimleri olumsuz etkilemektedir.
Yoksullukla mücadele etme noktasında sosyal güvenlik sistemi önemli role sahiptir. 1942 İngiltere’de hazırlanan Beveridge Raporu “yoksulluğu” “çağdaş toplumun yüz karası” olarak nitelemekte, yoksullukla mücadele için etkin bir sosyal güvenlik sistemine ihtiyaç duyulduğunu belirtmektedir. Son dönemde yapılan yasal düzenlemelerle sosyal hizmetler ve sosyal yardımların artırılması, yoksulluğun neden olduğu olumsuzlukların azaltılmasına katkı sağlamıştır.
Sosyal güvenlik sisteminin aktüeryal dengelerinin bozulmasında siyasi müdahalelerin önemli yeri vardır. Özellikle 1992’den sonra sosyal güvenlik kurumlarının gelir-gider dengesi bozulmuştur. Giderek mali yapıları bozulan sosyal güvenlik kuruluşlarına bütçeden yapılan transferler artmıştır. 2000-2011 döneminde sosyal güvenlikteki mali açık genelde artma trendinde olsa da 2011 yılında bir önceki yıla göre bir düşüş söz konusudur. Sosyal Güvenlik Kurumu’na yapılan transferlerin bütçe giderleri içindeki payı 2010’da %18,7 iken bu oranın 2011’de %16,8 olacağı tahmin edilmektedir.
Türkiye’de Bölgesel Kalkınmada Gelişmeler
Türkiye’de Kalkınma Politikaları
    1923-1950 döneminde Türkiye’de ülke çapında kalkınmaya ağırlık verildiği görülmektedir. Bunun sebebi ise ülkenin tamamının kalkınma açısından yetersiz, diğer bir ifadeyle az gelişmiş olmasıdır. Bununla birlikte zaman içinde nüfusun ve yatırımların ülke içinde yayılması ve belli merkezlerde toplanması politikaları denenmiştir (sanayinin, İstanbul ve Marmara dışındaki İç Ege ve İç Anadolu’ya kaydırılması).
    1950-1960 döneminde özel sektör yatırımları daha çok İstanbul ve Marmara Bölgesi’nde yoğunlaşmıştır. Devlet, kamu yatırımlarını her ne kadar ülke geneline yaymak istemişse de dağıtımda ülkenin doğu kesimi yeterli payı alamamıştır.
    1960 sonrasındaki bölgesel kalkınma politikasının amacı bölgeler arası ve bölge içi gelişmişlik (kalkınmışlık veya kalkınma da diyebiliriz) farklarını azaltarak ekonomik kalkınmayı hızlandırma şeklinde ifade edilebilir. Bölgesel kalkınmada Devlet Planlama Teşkilatı’na (DPT) önemli görevler verilmiştir. DPT, bölgesel politikanın oluşturulması, koordinasyonu, değerlendirme ve izlenmesinin yanı sıra kaynak tahsisini yürütmektedir. Dolayısıyla bu dönemde yerel aktörler bölgesel kalkınma planlamasının dışında kalmıştır. DPT’nin hazırladığı kalkınma planlarında bölgesel kalkınma için ilk önce altyapı geliştirilmesine ağırlık verilmiştir. Daha sonra gelişme merkezleri belirlenmesi, öncelikli gelişme alanlarının saptanması, yerel kaynakların ve potansiyellerin ortaya çıkarılması, fonksiyonel bölgeler oluşturulması, AB’nin bölgesel kalkınma deneyimlerinden yararlanarak yeni politikaların belirlenmesi, bölgelerde öne çıkacak sektörlerin saptanması, sanayide rekabetçiliği artırma ve istikrarlı bir bilgi toplumu için bölgesel düzeyde yapılması gerekenler olarak öne çıkarılmıştır. Bölgesel gelişmeyi sağlamak için bölge planlamaları, kalkınmada öncelikli yöreler (KÖY), il gelişme planları ve kalkınma planlarının bölgesel önlemleri birer araç olarak kullanılmıştır. Türkiye’deki en önemli bölge planı Güneydoğu Anadolu Projesi’dir (GAP). 2000’li yıllara kadar dalgalı bir seyir izleyen bölgesel planlama, kavramsal ve özellikle uygulama olarak ülkemizde yeterince gelişememiştir. Mevcut stratejilerin eksik tarafları AB deneyimlerden faydalanılarak giderilmeye çalışılmaktadır. GAP dışındaki bölge planlarını:
    Zonguldak-Bartın-Karabük (ZBK)
    Doğu Karadeniz Projesi (DOKAP)
    Doğu Anadolu Projesi (DAP)
    Yeşilırmak Havzası Projesi (YHGP) şeklinde sıralayabiliriz.
Bölgesel Kalkınma Politikalarında AB Müktesebatına Uyum Süreci
Bölgeler arası gelişmişlik farklarının azaltılmasında Avrupa Birliği (AB) önemli başarı sağlamıştır. Birlik, kendi içindeki az gelişmiş bölgelere yönelik olarak uyguladığı politikalarla bölgesel gelişmişlik farklılıklarının azaltılmasını sağlamıştır. Türkiye AB Müktesebatı’na uyum kapsamında Birliğin (AB’nin) bölgesel politikasının önemli bir unsuru olan yeni bölge tanımlamasına geçmiştir. Bu bölge sisteminin adı İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması’dır (İBBS-NUTS).
DÜZEY 1’E GÖRE OLUŞTURULAN 12 BÖLGE
Türkiye’de Düzey 1’e (NUTS 1) göre 12, Düzey 2’ye (NUTS 2) göre 26 ve Düzey 3’e (NUTS 3) göre 81 bölge oluşturulmuştur. Düzey 3 bölgeleri illerden oluşmaktadır.
İstanbul (TR1)
İstanbul
    Orta Anadolu (TR7)
Düzey 2    Düzey 3
Kırıkkale    8 ilden
Kayseri   
Batı Marmara (TR2)
Düzey 2    Düzey 3
Tekirdağ    5 ilden
Balıkesir   
    Batı Karadeniz (TR8)
Düzey 2    Düzey 3
Zonguldak    6 ilden
Kastamonu   
Ege (TR3)
Düzey 2    Düzey 3
İzmir    8 ilden
Aydın   
Manisa   
    Doğu Karadeniz (TR9)
Düzey 2    Düzey 3
Trabzon    6 ilden
Doğu Marmara (TR4)
Düzey 2    Düzey 3
Bursa    8 ilden
Kocaeli   
    Kuzeydoğu Anadolu (TRA)
Düzey 2    Düzey 3
Erzurum    7 ilden
Ağrı   
Batı Anadolu (TR5)
Düzey 2    Düzey 3
Ankara    3 ilden
Konya   
    Ortadoğu Anadolu (TRB)
Düzey 2    Düzey 3
Malatya    8 ilden
Van   
Akdeniz (TR6)
Düzey 2    Düzey 3
Antalya    8 ilden
Adana   
Antakya   
    Güneydoğu Anadolu (TRC)
Düzey 2    Düzey 3
Gaziantep    9 ilden
Şanlıurfa   
Mardin   
Türkiye Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın da önerilen “kalkınma ajansı” şeklindeki yerel kurumsal yapı tesis edilemediğinden bu güne kadar hazırlanan dokuz bölge kalkınma planı içinde GAP dışında hiçbir bölge planında istenilen düzeye ulaşılamamıştır.Türkiye AB’ye adaylık süreci ile birlikte yeni bölgesel kalkınma politikalarına yönelmiştir. Yeni bölgesel kalkınma politikalarında yerel aktörler giderek daha fazla ön plana çıkmaktadır. Bu doğrultuda Düzey 2’ye göre belirlenmiş 26 bölge merkezinde bölgesel kalkınma ajansları oluşturulmuştur.
o    Kalkınma Ajansları (KA’lar):Bölgesel kalkınma için projeleri destekleyerek ve finansman sağlamanın yanı sıra bölgesel kalkınmada merkezi ve yerel otorite arasında uyumlaştırıcı ve işbirliğini sağlayıcı işlev de görmektedir.
Türkiye’de Bölgesel Gelişmişlik Farklılıkları
Türkiye’de sosyo ekonomik göstergelerin yanı sıra gelir dağılımı açısından da bakıldığında bölgeler arasında ciddi oranda gelişmişlik farklılıkları söz konusudur. Kişi başına gelir açısından bakıldığında 12 bölge (Düzey 1’e göre) arasında en yüksek ortalama gelir 14.873 TL ile İstanbul (TR 1) bölgesinde, en düşük ise 5.418 TL ile Güneydoğu Anadolu (TRC) bölgesindedir. İstanbul’da en zengin %20’lik kesimin ortalama geliri 33.549 TL iken, Güneydoğu Anadolu’da 12.545 Türk Lirası’dır. İstanbul’daki en yoksul %20’lik kesimin ortalama geliri 5.348 TL iken, Güneydoğu Anadolu’da 1.676 TL’dir.
Türkiye’de bölgelerin gayri safi katma değere (GSKD) katkılarına bakıldığında (2010 verilerine göre)
En yüksek paya %27,7 ile İstanbul,
En düşük paya %1,5 ile Kuzeydoğu Anadolu bölgesi sahiptir. Kuzey Anadolu ile birlikte Ortadoğu Anadolu (%2,3), Doğu Karadeniz (%2,6), Orta Anadolu (%3,8), Güneydoğu Anadolu (%4,4), Batı Karadeniz (%4,8) ve Batı Marmara’dan (%4,9) oluşan yedi bölgenin gayri safi katma değere katkısı, İstanbul bölgesinin katkısından daha azdır.
o    Gayri Safi Katma Değer (GSKD): Temel fiyatlar üzerinden çıktı ile alış fiyatı üzerinden ara tüketim (ham madde ve diğer ara girdiler) arasındaki farktır. Üretimdeki diğer vergiler, çalışanların ücretleri, iş yeri karı, sabit sermaye harcamaları ve bilanço kalemi işletme fazlası gibi unsurlar, temel fiyatlarla katma değer içinde yer alır.
Tarımın bölgesel GSKD’ye katkısına bakıldığında
En fazla katkı Ağrı (TRA2’de) (%24,6),
En düşük katkı %0,2 ile TR10 (İstanbul) bölgesindedir.
Hizmetler sektörünün bölgesel GSKD’ye katkısı bakımından,
En fazla katkıyı %73,1 ile TR10 (İstanbul),
En az katkıyı %47,9 ile TR33 Manisa (Manisa, Afyon, Kütahya ve Uşak) sağlamaktadır.
Türkiye’de Tasarruf Eğiliminde Gelişmeler
Hızlı ekonomik büyüme (geniş anlamda kalkınma) için ülkenin daha fazla yatırıma dolayısıyla tasarrufa ihtiyacı vardır. Ekonominin mantığında ise yatırımlar tasarruflara eşit olması gerekir. Eğer yatırımları finanse edecek yurtiçi tasarruf yetersiz ise, yurtdışı (yabancı) tasarruflar ödünç alınır. Yetersiz yurtiçi tasarruflar Türkiye’nin cari işlemler dengesindeki yüksek açığın temel sebebidir. Örneğin hızlı büyümek isteyen bir ülkede (Türkiye’de) GSYH’sının %22’si kadar yatırım yapılırken, ekonominin yurtiçi tasarrufları %12 düzeylerinde ise GSYH’sının %10’u oranında yurtdışı tasarrufları ödünç almaktadır. Türkiye’de ekonomik büyümeyi hızlandırabilmek için gerekli olan yatırımların artırılmasında en önemli sıkıntı tasarrufların (burada bahsedilen yurtiçi tasarruflar) artırılamamasıdır. Türkiye’de yurtiçi tasarruflara bakıldığında 1975-1988 döneminde tasarrufların GSYİH içindeki payı dalgalı bir seyir izlemekle birlikte genelde artmıştır. 1988-2011 döneminde ise yurtiçi tasarruflar/GSYH oranı istikrarlı bir şekilde azalmıştır. Toplam yurtiçi tasarruflar/GSYH oranı en yüksek düzeye (%29,1) 1989’da çıkmıştır. 1990-2011 döneminde yurtiçi tasarruflar/GSYH oranında genel bir düşüş trendi söz konusudur. Buna karşılık tasarruf oranları 2004-2006 döneminin yanı sıra 2008 ve 2010 yıllarında bir önceki yıla göre artış göstermiştir. Yurtiçi tasarruf oranları 1990’da %24,7, 2000’de %18,4, 2010’da %13,9’dur. 2011’deki tasarruf oranı (yaklaşık %12) 1980’deki düzeylere inmiştir. 1988-2001 döneminde tasarruf oranının azalmasında kamu tasarruflarındaki düşüş önemli rol oynamıştır. Bu dönemde artan sosyal güvenlik açıkları, Kamu İktisadi Teşebbüslerinin (KİT) zararları ve bütçe açıkları, kamu tasarruf eğilimini düşürmüştür. Kamu tasarrufları/GSYH oranı eksiye (-) inmiştir.  2001-2011 dönemindeki tasarruf oranlarının azalmasında ise özel sektördeki tasarruf eğilimindeki düşüş belirleyici olmuştur.
Gelir Gruplarına Göre Tasarruf Eğilimi
Genel olarak bakıldığında Türkiye’deki üst gelir gruplarında tasarruf eğiliminin yüksek olduğu buna karşılık düşük gelir gruplarında tasarruf eğiliminin nispeten düşük olduğu görülmektedir. En düşük gelir grubunda ise negatif tasarruf söz konusudur. Bu gelir grubunda bireyler borçlanma yoluyla gelecekteki tasarruflarını bugünden tüketmektedirler. TÜİK yaptığı araştırmada Türkiye’de bireylerin eğitim düzeyleri artıkça tasarruf eğilimlerinin yükseldiğini tespit etmiştir. Sonuç olarak Türkiye’de gelir ve eğitim düzeyleri ile tasarruf oranları arasında yakın bir korelasyon (pozitif yönlü) olduğu görülmektedir.
Türkiye’deki tasarruf eğiliminin düşük çıkmasının, ülkemizdeki tasarruf anlayışının da önemli etkisi vardır. Ülkedeki tasarrufların kayda değer bir kısmı “yastık altı” şeklinde değerlendirilmekte ve finansal sistemde değerlendirilmediği için de yatırımların finansmanında kullanılamamaktadır. Mevcut yapının oluşmasında bireylerin ve toplumun tasarruf anlayışı kadar tasarrufları değerlendiren finansal sistemin özelikle bankacılık sisteminin de önemli rolü olduğunu belirtmek gerekir.
Dünya Ekonomisinde Türkiye’nin Yeri
Türkiye ekonomisi Şubat 2001 Krizi’nden sonra hızlı bir büyüme sürecine girmiş, ülke 2002-2011 döneminde ortalama %6,5 oranında büyümüştür. 2011 yılında Türkiye, G-20 ülkeleri arasında Çin (%9,3) ve Arjantin’in (%8,9) ardından %8,5 büyüme oranı ile en hızlı büyüyen üçüncü ekonomi olmuştur.
Türkiye 2010 yılı verilerine göre, cari fiyatlarla 734,4 milyar dolar GSYH büyüklüğü ile dünyanın 17’nci büyük ekonomisidir. Satınalma Gücü Paritesi’ne (SGP) göre GSYH tutarı 1.116 milyar dolar olan Türkiye, SGP’ ye göre yapılan GSYH sıralamasında dünyanın 15’inci büyük ekonomisi konumundadır.
2011 verilerine Türkiye nüfus bakımından dünyanın en kalabalık 19’uncu ülkesidir.
GSYH büyüklüğü bakımından dünyanın ilk 20 ülkesi arasında yer alan Türkiye, nispeten kalabalık ve artan nüfusu nedeniyle kişi başına milli gelirde GSYH sıralamasına göre daha gerilerde kalmaktadır.
2010 yılında Türkiye’de cari fiyatlarla kişi başına milli gelir 10.106 dolar (dünya sıralamasında 47’nci) iken, SGP’ ye göre kişi başına milli gelir yaklaşık 15.340 dolardır (dünya sıralamasında 42’nci ülke).
Türkiye, beşeri kalkınma diğer bir ifadeyle insani gelişme açısından dünya ülkeleri arasında ekonomik gelişmişlik düzeyiyle paralel bir noktada değildir. Dünyanın ilk 20 ekonomisi arasında yer alan Türkiye, beşeri kalkınma endeksi (insani gelişme endeksi) sıralamasında 187 ülke arasında 92’nci sıradadır. Türkiye’de yurtiçi tasarruflar/GSYH oranı giderek düşmektedir. Türkiye’deki tasarruf eğilimi oranı genel olarak bakıldığında orta gelir grubundaki ülkelerle benzer niteliktedir. Tasarruf oranı Türkiye gibi yüksek büyüme hızına sahip ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’nin tasarruf oranı bu ülkelere göre düşük düzeyde kalmaktadır. 2000-2008 döneminde Çin’de ortalama tasarruf oranı yaklaşık %46 iken, bu Türkiye’de yaklaşık %17’dir (Dünya Bankası ve Kalkınma Bakanlığı, 2012, s. 3-5). Nispeten yüksek büyüme oranlarının olduğu dönemde yurtiçi tasarrufların düşmesi, yatırımların finansmanında yabancı tasarruflara olan talebi daha da artırmaktadır.