Özeti Word Olarak İndirmek İçin Tıkla
Milli Gelir ve BüyümeTanım ve Kapsam
Milli Gelir, Gayri Safi Milli Hasıla ve Gayri Safi Yurtiçi Hasıla
Bir ülke ekonomisi hakkında fikir veren temel ekonomik gösterge o ülkenin mal ve hizmet üretimini gösteren milli (ulusal) gelir hesaplarıdır. Bunun için de kullanılan temel göstergeler:
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)
Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)
Kişi başına GSYH’ dır.
Ulusal (milli) gelir istatistikleri
Üretim,
Harcama veya gelir yöntemleriyle hesaplanabilmektedir.
Ulusal hesaplar sistemi bir ekonomideki üretim, gelir ve harcama faaliyetleri arasındaki ilişkiyi yansıtır. Bu üç yöntemde de aynı sonuç elde edilir fakat değişik veri kaynaklarına bağlı olarak farklılıklar olabilir. Milli gelir hesaplarının gerçekçi olabilmesi, ülkedeki kayıt dışı ekonomik faaliyetlerin düzeyine bağlıdır. Ulusal hesaplar sadece yasal ve kayıtlı faaliyetlerle sınırlandırılmamış, kayıt dışı ekonomi de ulusal hesaplar kapsamında yer almaktadır. Kayıt dışı ekonomi üç temel başlık altında incelenmektedir:
a) Yasadışı üretim,
b) Yeraltı ekonomisi (saklı ekonomi),
c) Enformel sektör ve hane halkının kendi nihai kullanımı için gerçekleştirdiği üretim.
Ülkede yaratılan katma değerin bir kısmı kâr transferleri, faiz ödemeleri olarak yurtdışına aktarılmakta, yurtiçi yerleşikler de dış âlemden gelir elde edebilmektedir. O hâlde GSMH, yabancıların ülkemizde yaptıkları üretimden yerleşiklerin yurtdışı faktör gelirlerini çıkartarak elde edilen net üretim faktörü gelirlerini de içermektedir.
Üretim yöntemiyle GSYH ise bir ekonomide yerleşik olan yerli ve yabancı üretici birimlerin belli bir dönemde, yurtiçi faaliyetleri sonucu yaratmış oldukları tamamlanmış mal ve hizmetlerin değerleri toplamından, bu mal ve hizmetlerin üretiminde kullanılan girdiler toplamının düşülmesi sonucu elde edilen değerdir.
Piyasa fiyatlarıyla Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) yerleşik üretici birimlerin üretim faaliyetlerinin nihai sonucu olup üç şekilde tanımlanmaktadır:
Üretim Yönünden GSYH: Faaliyetlere göre gayri safi katma değer toplamına ürünler üzerindeki vergilerin ilave edilmesi ve sübvansiyonların çıkartılmasıyla elde edilen büyüklük olarak ifade edilir.
GSYH= Üretim - Girdi + Ürünler Üzerindeki Vergiler - Sübvansiyonlar (1)
GSYH= Gayri Safi Katma Değer + Ürünler Üzerindeki Vergiler – Sübvansiyonlar (2)
Harcama Yönünden GSYH: Yerleşik kurumsal birimlerin nihai mal ve hizmet kullanımları (fiili nihai tüketim ve gayri safi sermaye oluşumu) ve ihracat-ithalat değeri toplamına eşittir.
Gelir Yönünden GSYH: Toplam ekonomide gelirin yaratılması hesabının kullanımları (çalışanlara yapılan ödemeler, üretim üzerindeki vergiler eksi(-) sübvansiyon, gayri safi işletme artığı ve karma gelir) toplamına eşittir.
o Net Dış Alem Faktör Gelirleri= Dış Ülkelerden Elde Edilen Faktör Gelirleri- Dış Ülkelere Yapılan Faktör Geliri Ödemeleri (kâr, faiz, ödemeleri)
Kişi Başına Milli Gelir (Kişi Başına Gayri Safi Yurtiçi Hasıla)
Uluslararası karşılaştırmalarda kullanılan bir diğer gösterge kişi başına GSYH’ dır. Türkiye’nin GSYH’sı yıl ortası nüfusa bölünerek kişi başına GSYH bulunur.
Milli (ulusal) gelirin tanımı yaparken belirli bir dönemde üretilen tüm mal ve hizmetlerin piyasa değerlerinin toplamdır. Burada dikkat edilirse ülkenin ulusal parası cinsinden ve üretim faaliyetinin gerçekleştiği dönemdeki piyasa fiyatları üzerinden bir ifade söz konusudur. Bu nedenle uluslararası karşılaştırmalar yaparken büyüklüğü fiyat artışlarından arındırmak, bir başka ifadeyle “reel” hâle getirmek gerekmektedir.
Bunun için sıkça başvurulan yöntemler şunlardır:
Belirli bir yılı baz almak: Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK), 2008 yılında GSYH için 1998 yılını baz alarak hesaplamaya başlamıştır. Bu kapsamda milli gelir verileri güncelleştirilmiştir.
Deflatör yöntemi: Deflatör, bir enflasyon göstergesi olarak kullanılır. GSYH’ nın deflate edilmesi fiyat artışlarından arındırılması anlamına gelmektedir.
Ortalama döviz kuru yöntemi: Genelde GSYH dolara çevrilerek ifade edilir. Bunun için de GSYH yıl ortası döviz kuruna bölünür. Ancak, bu yöntemde döviz kurlarının hangi seviyede oluştuğu oldukça büyük önem taşımaktadır. Bir ülkenin parası aşırı değerlenmiş (doların fiyatı düşük) ise GSYH ve kişi başına GSYH rakamları nispeten büyük, tersi durumda da nispeten küçük görünür.
GSYH Deflatörü, nominal (cari) GSYH’ nın reel (sabit fiyatlarla) GSYH’ya oranı olduğu için ekonomide üretilen tüm mal ve hizmetlerin o dönemdeki fiyat değişimlerini gösterir.
GSYH Deflatörü= (Cari fiyatlarla GSMH / Sabit fiyatlarla GSMH) X 100
Satınalma Gücü Paritesi’ne Göre Milli Gelir ve Kişi Başına Milli Gelir
Satınalma Gücü Paritesi (SGP), belirli bir mal ve hizmet sepetinin satın alınması için gereken ulusal para tutarlarının birbirine oranı şeklinde hesaplanmaktadır. Bu oran kullanılarak harcamalar ortak bir değer üzerinden ifade edilmekte, böylece ülkeler arasında karşılaştırma yapmak mümkün olmaktadır.
o Gerçek kişisel tüketim: Tüketicilerin satın aldığı mal ve hizmetlerin yanında devlet tarafından veya kâr amacı gütmeyen kuruluşlarca sağlanan eğitim, sağlık, vb. hizmetleri de kapsamaktadır.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)’nın yayımladığı İnsani Gelişme Endeksi ülkeler arasında refahın karşılaştırılması için kullanılan bir diğer göstergedir. Bu endeks gelir dışında insanların refahını gösterebilmek için:
İnsani gelişmişliği uzun ve sağlıklı yaşama (yaşam ömrü ile ölçülür)
Eğitilmiş olma (yetişkin okur-yazarlığı ile ilk, orta ve liseye kayıt)
Saygın/iyi şekilde yaşam standardına sahip olma (satın alma gücü paritesi
Kişi başına düşen gelirle ölçülür) kriterleri açısından değerlendirir.
Büyüme
Genel olarak bir ülkenin üretim kapasitesinin artışı “büyüme” olarak adlandırılır. Büyüme hızı basit bir formülle hesaplanır. Örneğin 2012 yılında büyüme, 2011 yılına göre aşağıdaki formülle hesaplanabilir:
Sermaye birikimi, teknolojik gelişme ve istihdam artışı ekonomik büyümenin temel belirleyicileridir. Ekonomik büyüme ile bir ülkede yaşayan insanların yaşam standardının yükselebilmesi, daha fazla istihdam yaratılması beklenmektedir. Ancak ekonomik büyümenin hangi yoldan sağlandığı, hangi sektörlerin üretim kapasitesinin arttığı, iç ve dış pazarlardaki gelişmeler, verimlilik artışı gibi faktörler büyüme- istihdam ilişkisini belirlemektedir.8 Mart 2008 tarihinde, TÜİK tarafından Türkiye ekonomisi için ekonomik büyüme hızının hesaplanma yönteminin değiştiği açıklanmıştır. Bu doğrultuda, 1998 yılı baz yıl olmuştur. Bir başka önemli değişiklik ise artık Türkiye’de reel büyüme hızı GSMH üzerinden değil, GSYH üzerinden hesaplanmakta ve ifade edilmektedir.
o TÜİK, 1998 yılı fiyatlarıyla ve cari GSYH verilerini üçer aylık dönemler (çeyrek) itibarıyla yayımlamaktadır.
GSYH verilerinde, birbirini takip eden iki yılın çeyrek dönem GSYH değerleri veya yıllık GSYH değerleri karşılaştırılarak ekonomik büyüme hızı hesaplanır.
Ekonominin reel üretim düzeyinde gözlemlenen iniş ve çıkışlar konjonktür olarak adlandırılır. Reel GSYH’daki azalmalar daralma ve dip; artışlar da genişleme ve tepe dönemleri olarak adlandırılır.
Büyüme: Pozitif (+) büyüme. Nüfus artış hızından fazla olması istenir.
Durgunluk: Büyümenin yatay seyretmesidir. Büyüme hızı birkaç çeyrek dönem veya birkaç yıl üst üste % 1 ile 3 arası gerçekleşmişse ekonomide durgunluk söz konusudur.
Resesyon: Sıfır (0) veya negatif (-) büyümedir.
Stagflasyon: Durgunluk + Enflasyon + İşsizlik oranlarında yükselme.
Kriz: Büyüme hızında ani düşüştür.
Türkiye’de Dönemler İtibarıyla GSYH ve Büyüme
Cumhuriyetin Kuruluşundan Planlı Kalkınma Dönemine Kadar
Lozan Antlaşması hükümlerine göre, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti tam anlamıyla ekonomik bağımsızlığını kazanamamış, Osmanlı Devleti’nden kalan borçlar ve Türkiye’nin dış ticarette uygulayacağı önlemlerin sınırlandırılması Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında sıkıntılı dönemler yaşanmasına neden olmuştur.
1923 yılındaki GSYH, 1998 yılı fiyatlarıyla 2,5 milyar TL seviyesindedir.
1923-1929 döneminde ekonomide temel sektör tarım olmuştur. Bu dönemde vatan savunması = iktisadi bağımsızlık = sanayileşme anlayışı hakimdir. Kuruluş yıllarında özel sektör eliyle piyasa koşullarında sanayileşme hamleleri yapılmıştır. Devlet, özel sektörün yetersiz kaldığı alanlarda yatırım yapmıştır. 1923- 1929 döneminde iki büyük yasal düzenlemeden ilki tarıma yönelik olarak 1925 yılında Aşar Vergisi’nin kaldırılması, ikinci ise sanayi sektörüne yönelik olarak 1927 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu yeniden düzenlenerek yürürlüğe konulmuştur.
Cumhuriyet’in ilk 10 yılında kurumsal düzenlemelerin yanı sıra altyapı yatırımları özellikle demiryolu yatırımları yapılmıştır. Lozan Antlaşması’nın öngördüğü kısıtlamalar 1928 yılında sona ermiş, ardından dünya ekonomisi “1929 Bunalımı (Büyük Buhran)” denilen ekonomik krize sürüklenmiştir. 1932’den itibaren Düyun-u Umumiye’nin el koyduğu alanlarda kamu tekelleri oluşmaya başlamıştır.
1930-1939 dönemini Türkiye’nin ilk sanayileşme dönemi olarak nitelemek mümkündür. 1930 yılındaki GSYH, 1998 yılı fiyatlarıyla 4 milyar TL seviyesine ulaşmıştır. Dünya ekonomisinin krizin (Büyük Buhran’ın) yıkıcı etkileriyle uğraştığı bu dönemde Türkiye dışa kapanarak, devlet eliyle ulusal sanayileşme hamlesini gerçekleştirmiştir. Bu olumsuz ortamda Türkiye devletçilik yoluyla sanayileşme politikasına geçmiştir. Kitabınızın 5. Bölümünde de göreceğiniz üzere, 1934 yılında Türkiye’de Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı uygulamaya konulmuştur. Hükümetlerin yatırım harcamalarının düzene sokulmasına yönelik planlar yapılmıştır. Böylece devlet yatırımcı işletmeci ve denetleyici olarak ekonomik hayatın şekillenmesinde ve gelişmesinde büyük ölçüde egemen olmuştur.
1940-1945 döneminde II. Dünya Savaşı’nın olumsuz etkileri nedeniyle sanayileşme süreci yavaşlamış, ekonomi yıllık ortalama %6,6 küçülmüştür. Bu dönemde gerçekleştirilen Varlık Vergisi (1942), Toprak Mahsulleri Vergisi (1943), Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (1945) gibi uygulamalara duyulan tepkiler, mevcut “devletçilik” anlayışına alternatif bir siyasi görüşün de oluşmasına katkıda bulunmuştur.
1946-1953 döneminde izlenen politikalarla dışa kapalı, korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük ekonomi politikaları gevşetilmiştir. Bu dönemdeki yeni devletçilik anlayışına göre devletin özel girişimciliği açıkça desteklemesi, yönetim, güvenlik ve kamu hizmetlerinden başka ekonominin planlı kalkınması için önlemler alması ve yabancı sermaye yatırımlarının özendirilmesi söz konusu olmuştur. Altyapı yatırımları hızla artmış, KİT’lerin faaliyet alanları genişlemiştir. İç talebin canlandığı bu dönemde sanayi sektörü de hızlı büyümüştür. 1946-1953 döneminde tarım sektörüne dayalı hızlı bir büyüme yaşanmış; tarımın yıllık ortalama büyüme oranı %14,2, sanayinin %9,8 ve GSYH’ nın yıllık ortalama büyüme hızı ise %11,5 olmuştur. Ancak, dış dengenin bozulması ekonomiyi krize sürüklemiştir. Bu yıllarda tarım sektörü ağırlıklı olarak desteklenmiş, makro ekonomik dengelerin bozulması ve ithalatın hızlı bir şekilde artmasıyla ülkenin döviz ihtiyacı artmıştır. Bu sürecin sonunda 1958’de kambiyo (döviz) krizi yaşanmış ve 4 Ağustos 1958 devalüasyonunu takiben IMF İstikrar Programı uygulanmaya başlanmıştır.
1954-1962 döneminde büyüme oranı yıllık ortalama %3,7 seviyesine gerilemiştir.
Planlı Kalkınma Dönemi
Türkiye’de 1960 yılından sonra başlatılan planlı kalkınma hareketi ile liberal ekonomi politikalarının yerini, devletin geniş ölçüde denetim önlemleri aldığı müdahaleci bir politikaya bırakmıştır. Planlı kalkınma döneminde, sanayinin lokomotif sektör olduğu saptanmış ve ekonomik dengenin kurulması, ekonomik ve sosyal kalkınmanın birlikte gerçekleştirilmesi, hızlı bir büyüme ve sanayileşmeye öncelik verilmesi gibi uzun vadeli hedefler belirlenmiştir.
1963 yılında uygulanmaya başlanan beş yıllık kalkınma planları kamunun ithal ikameci sanayileşme stratejisini uygulamasına aracılık etmiştir. Türkiye ekonomisinde 1960’lı yıllardan sonra ekonomik büyümeyi hızlandırabilmek amacıyla “planlı kalkınma stratejisi” ekonomi politikasının temelini oluşturmuştur. 1960 yılında GSYH, 1998 yılı fiyatlarıyla 12 milyar TL seviyesine ulaşmıştır. Bu dönemde ithal ikameci bir sanayileşme ve dış ticaret politikasının izlenmesi esas alınmıştır. Bu sayede hem yurtiçinde gerçekleşecek yatırımlarla sanayi sektörünün güçlenmesi hem de Türkiye ekonomisinin dışa bağımlılığının azaltılması hedeflenmiştir.
o İthal İkameci Sanayileşme: Bir malın yurtdışından ithal edilmesi yerine yurtiçinde üretilmesini öngören, böylece döviz tasarrufu sağlayan sanayileşme stratejisidir.
İzlenen ilk üç Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda yüksek büyüme hızları hedeflenmiş, gerçekleşen büyüme de yüksek seviyelerde olmuştur. Nitekim 1963-1977 döneminde GSYH yaklaşık %6 artmış, sanayi sektörünün büyüme hızı ise %11 seviyesine yaklaşmıştır.
1973 yılına gelindiğinde sanayi sektörünün milli gelirden aldığı pay tarım sektörünün aldığı payı geçmiştir. Fakat bu sürecin uzaması, dışa kapalı - hantal bir sanayi yapısının ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1970’li yıllarla birlikte GSYH’daki değişimlerin dinamiği olan sanayinin büyümesi ile ithalat arasında yakın bir ilişki oluşmuştur. Türkiye yerli sanayini korumayı amaçlarken, dışa olan bağımlılığı giderek artmaya başlamıştır. Ara ve yatırım malları arzının artırılamaması bu malların ithalatın artması sonucunu doğurmuştur. Diğer yandan 1970’li yıllarda dünya ekonomisinde yaşanan petrol krizleri ile birlikte Türkiye’nin döviz ihtiyacı giderek artmıştır. Ülke ödemeler dengesindeki güçlüklerin yanı sıra dış borçları ödemede sıkıntılarla karşılaşmaya başlamıştır. Bu darboğazdan kurtulabilmek amacıyla
24 Ocak 1980 tarihinde uygulamaya konulan istikrar politikasıyla sanayileşme stratejisi değiştirilmiştir.
o Dönemle itibarıyla bakıldığında Türkiye ekonomisinin büyüme performansı
1923-1929(%10,8)
1946-1953 (%11,5) dönemlerinde en yüksek olmuştur.
Dışa Açılma ve İhracata Dayalı Sanayileşme Dönemi
Türkiye, 24 Ocak 1980 tarihinde alınan istikrar kararları ile ithal ikameci sanayileşme stratejisinden vazgeçmiş, dışa açık, ihracata yönelik ve özel sektöre dayanan bir sanayileşme stratejisi benimsemiştir. Bu dönemde izlenen ekonomi politikaları sonucunda yüksek enflasyona rağmen, 1989 yılına kadar Türkiye ekonomisinin ortalama %5 büyüdüğü gözlenmektedir. 1990 yılında reel GSYH 50 milyar TL seviyesine ulaşmıştır.
1980-88 döneminde yakalanan yıllık ortalama %4,3 seviyesinde ekonomik büyüme sanayi sektöründeki üretim artışına bağlı olarak gelişmiş, bu dönemde tarım sektörünün büyümeye katkısı daha da azalmıştır.
Ekonomide kaynakların ihracata yönelik seferber edilmesinin ardından, 1989 yılında alınan “Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Karar” ile finansal serbestleşme sürecinde önemli bir adım atılmıştır. Kambiyo rejiminin serbestleştirilmesiyle, ülkeye çekilmesi öngörülen uluslararası sermaye hareketleri aracılığıyla Türkiye ekonomisinde sanayileşme sürecinin ve gittikçe artan kamu açıklarının finansmanı amaçlanmıştır. Bu değişimin ardından Türkiye ekonomisinde kaynakların dağılımının piyasa güçleri tarafından belirlenmesine, üretim yapısı üzerinde siyasi iktidarların etkisinin azalmasına yol açan, neo-liberal iktisat politikalarının geçerli olduğu görülmektedir.
o İhracata Dayalı Sanayileşme: Ülkenin iç üretim için kullanabileceği ihracat amacıyla yapılacak üretime yönlendirilir. Ulusal malların dış ülkelerde rekabetine önem verilerek, karşılaştırmalı üstünlükler esas alınmaktadır.
1989-2001 dönemi Türkiye ekonomisinin istikrarsız bir şekilde ortalama %3,2 seviyesinde büyümüştür. Bu dönemde birbiri ardına yaşanan finansal krizler (Nisan 1994, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri) ekonomiyi derinden sarsmıştır. Şekil 2.5 incelendiğinde Türkiye’nin büyüme seyrinin âdeta bir testerenin ağzına benzediği görülmektedir. Sermaye hareketlerine duyarlılığın arttığı, buna bağlı ithalat artışları ve iç talepteki canlanmaya dayalı büyüme dönemleri, kriz sonrasında devalüasyon ve harcamaların daralmasıyla sonlanmaktadır. 2002 sonrasında ise Türkiye ekonomisinin ortalama %5’lik büyüme hızına yeniden kavuştuğu göze çarpmaktadır.
Türkiye’nin dışa açılma süreci, makroekonomik yapıdaki istikrarsızlıkların giderilmesi amacıyla 1998 yılında Uluslararası Para Fonu ile imzalanan Yakın İzleme Anlaşması sonrasında farklı bir yönelim kazanmıştır. Bu süreçte Türkiye ekonomisi Kasım 2000 ve Şubat 2001’de finansal krizlerle karşılaşmıştır. Bu krizlerin ardından
Türkiye 2008 yılına kadar IMF ve Dünya Bankası gözetiminde sürdürülen yapısal reformlarla birlikte ekonomide yeniden yapılanmayı sağlamıştır.
2001 krizinden sonra 2008 yılının sonuna kadar reel GSYH’ nın 27 çeyrekte pozitif büyüme rakamları sergilemesi dikkat çekicidir. Türkiye 2001 krizi sonrasında uluslararası piyasalarda bollaşan sermaye hareketlerinden kaynaklanan finansal genişleme ve ucuz kredi olanağına kavuşmuştur. Bu sayede canlanan iç talep yoluyla büyüme desteklenmiş, diğer taraftan giderek artan dış açıklar (cari işlemler açıkları) önce yüksek faizlerin cazibesiyle Türkiye’ye akmakta olan sıcak parayla, daha sonraları ise şirket birleşmeleri ve özelleştirmeler ile elde edilen doğrudan yatırım finansmanıyla karşılanmaya çalışılmıştır.
Türkiye, 2001 yılında 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı ile birlikte 2001-2023 dönemini kapsayan Uzun Vadeli Stratejisi’ni (Vizyon 2023) belirlemiştir. Bu kapsamda 2001-2023 döneminde yıllık ortalama büyüme hızının
%7 dolayında olması ve büyümenin yaklaşık %30’unun toplam faktör verimliliğinden kaynaklanması, böylece
1998 yılında 3.200 dolar olan kişi başına gelirin 2023 yılında AB ülkeleri düzeyine yaklaştırılması hedeflemektedir. Türkiye’nin, dönem sonunda ulaşacağı 1,9 trilyon dolar civarında GSMH düzeyi ile dünyanın ilk on ekonomisi arasına gireceği öngörülmektedir.
GSYH’ nın Sektörel Dağılımı
Üretim yapısındaki değişime bakıldığında Türkiye’de hizmetler sektörünün giderek büyüdüğü görülmektedir. Buna karşılık tarım sektörünün özellikle 1980 sonrasındaki politika değişikliklerine bağlı olarak giderek küçüldüğü, âdeta yapısal çözülme yaşadığını söyleyebiliriz. Türkiye’de sanayi sektörünün üretim gücü artmasına rağmen, GSYH’daki payı neredeyse değişmemiştir.
2012-2014 dönemini kapsayan Orta Vadeli Program’da ise ülkemizde GSYH büyümesinin 2012 yılında
%4 seviyesinde gerçekleşmesi beklenmektedir. 2013 ve 2014 yıllarında ise büyümenin potansiyel seviyesine yaklaşarak %5 düzeyine ulaşması hedeflenmektedir. Büyümenin özel tüketim ve özel yatırım kaynaklı olması öngörülmektedir. Daha uzun vadeli bakıldığında ise 2023 yılında Türkiye’de tarım, sanayi ve hizmetler sektörlerinin toplam katma değer içindeki paylarının sırasıyla %5, 30 ve 65 olması beklenmektedir.
Türkiye’de Gelir Dağılımı
Gelir dağılımı, bir ekonomide belli bir dönemde yaratılan gelirin kişiler, toplumsal gruplar (kesimler) ve üretim faktörleri arasında bölüşülmesini ifade etmektedir.
Gelir dağılımı, gelir eşitsizlikleri ile sosyal ve ekonomik kurumlar arasında nasıl bir ilişki olduğunu, zengin ve yoksul arasındaki gelir farklılığının zaman içindeki değişimini, gelir eşitsizliğindeki değişikliklerin servet, sermaye birikimi ve büyüme üzerindeki etkilerini ve kaynak dağılımını ortaya koymaktadır.
Bir ekonomide yaratılan GSYH’ nın paylaşımı, gelirin oluşmasını sağlayan bireyler arasında olabileceği gibi, bu oluşuma katkı sağlayan üretim faktörleri, bu geliri oluşturan sektörler veya ülkenin çeşitli bölgeleri arasında da olabilmektedir. Bu açıdan gelir dağılımı;
Fonksiyonel
Kişisel
Sektörel
Bölgesel gelir dağılımı seklinde sınıflandırılmaktadır.
Bir ülkede gelir dağılımının adaletsiz olması, o ülkenin refahını, ekonominin istikrarlı bir şekilde büyümesini önler. Elbette burada “adil gelir dağılımı” kavramı ile kastedilen her bireyin-hanenin gelirden eşit pay almasını sağlamak değildir. Kapitalizm içinde teorik olarak bu mümkün değildir. O hâlde burada kastedilen, gelir dağılımında iyileşme, düşük gelir gruplarının gelirden daha fazla pay almasını sağlama ve yoksulluğu azaltmaktır. Bu nedenle günümüzde gelir dağılımı kavramı yanında, artan bir biçimde gelir eşitsizliği kavramı kullanılmaya başlanmıştır.
Gelir eşitsizliği ve yoksulluk birbirinden ayrılamayan iki kavramdır. Küreselleşen dünya ekonomisinde başta Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler (BM) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası örgütler yoksullukla mücadele etmek için birçok strateji üretmektedir.
Fonksiyonel (sınıfsal) gelir eşitsizliği: Gelirin sosyoekonomik gruplar, sosyal sınıflar arasındaki dağılımını gösterir. Bu dağılım, üretim süreci sonucunda ortaya çıkan gelirin, üretim sürecine katılan faktörler (emek, sermaye, toprak, girişim) arasındaki bölüşümünü ifade eder.
Emek dışı gelirler; kâr, faiz, kira gelirleri gibi alt gruplara ayrılabileceği gibi,
Emek gelirleri de ücret, maaş veya yevmiye gibi alt gruplara ayrılabilmektedir. Gelirin sınıfsal dağılımı kendi içinde de bireysel bir eşitsizlik gösterir.
Kişisel (bireysel) gelir eşitsizliği: Gelirin bireyler ya da haneler arasındaki dağılımını ve eşitsizliğini ele alan bir türdür. Bu dağılımda kişilerin gelir düzeyleri onların sosyal/sınıfsal durumlarından bağımsız olarak ele alınır. Kişisel gelir dağılımında bireyler ya da haneler elde ettikleri gelirlerinin büyüklüğüne göre sıralanır ve bu yolla gelir eşitsizliği ölçülür. Bu yöntem ile hane halkları çeşitli dilimlere bölünerek gelir eşitsizliğinin düzeyi saptanır. En yaygın olan yöntem, hane halklarının yüzde 20’lik 5 dilime bölünmesidir.
Türkiye’de gelir dağılımı istatistiklerinin veri kaynağı 2005 yılına kadar eski adıyla “Hane halkı Gelir ve Tüketim Harcamaları Anketi”, yeni adıyla “Hane halkı Bütçe Araştırması” olmuştur. 1994 yılında uygulanan anket çalışmasının ardından bağımsız bir gelir dağılımı çalışması gerçekleştirilmemiştir. TÜİK, 2006 yılından itibaren
AB’ye uyum çerçevesinde gelir dağılımı istatistiklerini üretmek üzere bağımsız bir gelir dağılımı araştırması olan Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’nı uygulamaya başlamıştır.
TÜİK gelir dağılımı eşitsizlik ölçüsü olarak Gini katsayısı, yüzdelik gelir dilimleri, yüzde payları (P80/P20) ve Lorenz eğrisini yayımlamaktadır. Yüzde payları göstergesi (P80/P20), yüzde 20’lik hane halkı dilimlerinde 5. yüzdelik dilimin toplam gelirden aldığı payın, en düşük gelir diliminin toplam gelirden aldığı paya bölünmesi ile elde edilmektedir. Böylece zaman içinde gelirden en çok pay alan ile en az pay alan grupların değişimini izlemek mümkün olabilmektedir. Bu oranın büyük çıkması eşitsizliğin giderek arttığını, küçük çıkması ise azaldığını ifade etmektedir.
Türkiye’de Gelir Dağılımı Araştırmaları ve Sonuçları
Türkiye’de hane halkı gelirini temel alan gelir dağılımı anketlerine dayanılarak bireysel gelir dağılımı sonuçlarını elde etmeye yönelik, farklı yöntemler içeren birçok çalışma yapılmıştır.
Gelir dağılımı eşitsizliği Gini katsayılarına göre yorumlandığında 1963’ten (0,55) 1968’e (0,56) kısmi bir bozulma olmuştur. Daha sonraki yıllarda ise sürekli bir iyileşme göstererek Gini katsayısı 1987’de 0,43’e kadar düşmüştür. Ancak 1994 yılına gelindiğinde gelir dağılımında ciddi bir bozulma meydana gelmiştir. 1987’de 0,43 olarak hesaplanan Gini katsayısı 1994’te 0,49 değerini almaktadır. 2002 yılı için hesaplanan Gini katsayısında ise tekrar 1987 yılı seviyesine bir geri dönüş yaşanmıştır. 2003 ve 2004 yıllarında sırasıyla 0,42 ve 0,40’a gerileyen Gini katsayısı, 2005 yılında 0,38’e düşerek son kırk yılın en iyi seviyesine ulaşmıştı
Kişisel Gelir Dağılımı
TÜİK’in Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’nda gelir dağılımının kentlerde ve kırsalda nasıl geliştiğine ilişkin veriler de bulunmaktadır. Yerleşim yerlerine göre gelir dağılımı verilerine bakıldığında gelir eşitsizliğinin kırsalda, kentlere göre daha az olduğu dikkat çekmektedir. Ancak, kırsalda kişi başı gelir seviyesinin daha düşük olduğu ve ilerleyen konuda göreceğimiz üzere kırsalda yoksulluğun daha yaygın olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekmektedir. Gelir eşitsizliklerini ifade ederken kullanılan bir başka önemli gösterge P80/P20 göstergesidir. Bu oran bize son %20’lik grubun toplam gelirden aldığı payın, ilk %20’lik grubun payına oranını vermektedir. Türkiye için 2011 yılında P80/P20 göstergesi 8 kattır. P80/P20 göstergesi kentsel ve kırsal yerler için ise 7,4’tür. 2010-2011 yıllarına ait gelirin nüfusa dağılımındaki eşitsizliğin grafik gösterimi olan
Lorenz eğrisi bulunmaktadır. Farklı dönemlere ilişkin Lorenz eğrileri karşılaştırılırken, bu eğrilerin
mutlak eşitlik doğrusuna yakınlığı dikkate alınır. Lorenz eğrisinin tam eşitlik doğrusundan uzaklaşmaya başlayarak daha çukur hâle gelmesi gelir paylaşımında eşitsizlik olduğu anlamına gelmektedir. 2010 ve 2011 yıllarına ait Lorenz eğrilerindeki çalışma gelir dağılımında önemli bir değişim olmadığını göstermektedir.
Lorenz Eğrisi: Milli gelirin nüfusa dağılımındaki eşitsizliği göstermekte kullanılan grafiktir. Eğri, bir karenin köşegenini uç noktalarda keser. Karenin dikey kenarında gelirin birikimli payları, yatay kenarında ise nüfusun birikimli payları yüzde olarak gösterilir. Köşegen doğru, gelirin nüfus arasında eşit dağılımını (mutlak eşitlik) gösterir. Lorenz eğrisi köşegenden uzaklaştıkça gelir dağılımındaki eşitsizlik artmaktadır.
o Mutlak Eşitlik Doğrusu: Yaratılan milli gelirin fertler (bireyler) arasında eşit dağılımını gösteren 450’lik doğrudur.
Fonksiyonel Gelir Dağılımı
Hane halkı geliri, emek karşılığı alınan ücret ve maaşlar ile toprak kirası (rant), sermaye geliri (faiz) veya teşebbüs (girişim) geliri (kâr) şeklinde olabilir. Bu nedenle üretim faktörlerinin gelirden aldıkları payları analiz etmek istediğimizde fonksiyonel gelir dağılımı verilerine bakmamız gerekecektir.
Türkiye’de gelirden en çok payı maaş ve ücret gelirlerinin aldığı (%44,8) görülmektedir.
Müteşebbis gelirlerinin payındaki azalmaya karşılık transfer gelirlerinin payının yüksekliği (%19,4) dikkat çekmektedir. 2011 yılında sosyal transferlerin %92’sini emekli ve dul-yetim aylıkları oluşturmaktadır. Emekli ve dul-yetim aylıkları toplam gelir içinde % 17,8’lik paya sahip iken, diğer sosyal transferlerin payı %1,5’tir. Müteşebbis gelirlerinin ise % 68,2’si tarım-dışı sektörden oluşmaktadır.
Bölgesel Gelir Dağılımı
2011 yılında bölgesel (İBBS, Düzey 1 bölgeleri) düzeyde eşdeğer hane halkı kullanılabilir gelire göre gelir dağılımı verilerine bakıldığında Gini katsayısının en düşük olduğu bölgeler (Düzey 1’e göre), Doğu Marmara,
Doğu ve Batı Karadeniz olmuştur. Türkiye’de 2011 yılında hane halkı başına düşen ortalama yıllık kullanılabilir gelir 24.343 TL iken ortalama yıllık eş değer hane halkı kullanılabilir gelir ise 10.774 TL’dir.
İstanbul Bölgesi 14.873 TL gelir ile ortalama yıllık eş değer hane halkı kullanılabilir geliri en yüksek olan bölge durumundadır. Bunu, 12.924 TL ortalama gelir ile Batı Anadolu Bölgesi izlemektedir.
En düşük ortalama gelire sahip bölge ise 5.418 TL ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi’dir.
Türkiye’de Yoksulluk
Küreselleşme süreci beraberinde getirdiği gelir eşitsizliğinin artmasını da getirmiştir. Bu nedenle başta Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler gibi küresel örgütler yaptığı çalışmalarla “yoksulluk” kavramını dünya gündemine yerleştirmiştir. Ülkemizde gelir dağılımı göstergelerinin yanında izlenecek ekonomi politikalarında yoksulluk göstergeleri de önem kazanmaktadır.
Genel olarak yoksulluk, insanların temel gereksinimlerini karşılayamama durumudur.
Yoksulluğun dar anlamda tanımı; açlıktan ölme ve barınacak yeri olmama durumu iken,
Geniş anlamda yoksulluk; gıda, giyim ve barınma gibi olanakları yaşamlarını devam ettirmeye yettiği hâlde toplumun genel düzeyinin gerisinde kalmayı ifade etmektedir.
Mutlak yoksulluk, hane halkı veya bireyin yaşamını sürdürebilecek asgari refah düzeyini yakalayamaması durumudur. Mutlak yoksulluğu ifade edebilmek için bireylerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan minimum tüketim ihtiyaçlarının belirlenmesini gerektirir. Mutlak yoksul oranı, bu asgari refah düzeyini yakalayamayanların sayısının toplam nüfusa oranıdır. Dünya Bankası’nın yaptığı yoksulluk analizlerinde satınalma gücü paritesine göre günlük kişi başına 1 $, 2,15 $ ve 4,30 $ değerleri yoksulluk sınırları olarak tanımlanmıştır.
Göreli (nispi) yoksulluk ise bireylerin, toplumun ortalama refah düzeyinin belli bir oranının altında olması durumudur. Buna göre toplumun genel düzeyine göre belli bir sınırın altında gelir ve harcamaya sahip olan birey veya hane halkı göreli yoksul olarak tanımlanır. Refah ölçüsü olarak amaca göre tüketim veya gelir düzeyi seçilebilir.
TÜİK’in çalışmalarında açlık sınırını bir kişi için günlük 2100 kaloriyi elde edebilmek için gerekli 80 maddelik gıda sepetinin maliyeti olarak belirlemiştir.
Bir kişinin yaşamını devam ettirebilmesi için alması gerekli temel gıda maddelerinden oluşan sepetin maliyeti açlık sınırı, iyi beslenme yanında ihtiyaç duyduğu giyim, barınma, ulaştırma, haberleşme gibi temel gereksinimlerini karşılayabilmesi için gerekli olan tüm mal ve hizmetleri satın alabilmesinin maliyeti de yoksulluk sınırı olarak tanımlanır. Bu sınırlar Hane halkı Bütçe Anketi verilerine bağlı olarak tanımlanır.
Türkiye’de gelir dağılımındaki göreli iyileşmeye rağmen, yoksulluk önemli bir sosyal sorun olmaya devam etmektedir. 2009 yılında Türkiye’de fertlerin yaklaşık %0,48’i bir başka ifadeyle 339 bin kişi sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının, %18,08’ini oluşturan 12 milyon 751 bin kişi ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.
Türkiye’de 2006 yılından itibaren kişi başı günlük harcaması, satınalma gücü paritesine göre 1 $’ın altında kalan fert bulunmamaktadır.
o Hanehalkı Kullanılabilir Net Geliri: Hane halkı fertlerinin elde ettiği kişisel yıllık kullanılabilir gelirlerin (maaş-ücret, yevmiye, müteşebbis geliri ile emekli maaşı, dul-yetim aylıkları ve yaşlılara yapılan ödemeler, karşılıksız burs vb. ayni veya nakdi gelirlerin toplamı) toplamı ile hane bazında elde edilen yıllık gelirlerin (gayrimenkul kira geliri, haneye yapılan karşılıksız yardımlar, 15 yaşın altındaki fertlerin elde ettiği gelirler vb.) toplamından, gelir referans döneminde ödenen vergiler ve diğer hane veya kişilere yapılan düzenli transferler düşülerek elde edilir.
Yoksulluk hesaplamaları yapılırken refah ölçüsü olarak harcama veya hane halkı geliri esas alınabilir. TÜİK medyan değerin %50’sini göreli yoksulluk sınırı olarak kabul etmektedir. Buna göre yoksulluk oranı 2011 yılında %16,1 medyan gelirin %70’i alındığında ise yoksulluk oranı %30 olarak gerçekleşmiştir. TÜİK’in yaptığı çalışmalarda yoksul fertlerin belirlenmesinin yanında hane halkı büyüklüğü ile yoksulluk arasındaki ilişki de açığa çıkmaktadır.
o Medyan Gelir: Gelirler küçükten büyüğe sıralandığında ortaya düşen değer medyan geliri ifade eder.
Yandaki verilere bakıldığında 2011 yılı sonuçlarına göre medyan gelirin % 50’si kullanıldığında, İstanbul Bölgesi’nde yaşayanların %11,7’si, bu bölge için belirlenen yoksulluk sınırının altındadır. Türkiye’deki yoksulların %3,8’i de İstanbul Bölgesi’nde yer almaktadır. Türkiye için hesaplanan gelire dayalı yoksulluk sınırı 2011 yılı için 4,041 TL olarak belirlenmiştir. Bu sınıra göre yoksulların en fazla olduğu bölgeler sırasıyla:
Güneydoğu Anadolu
Ortadoğu Anadolu
Akdeniz bölgeleri olmaktadır.
Ülkemiz açısından yoksullukla ilgili bir başka çarpıcı gerçek de eğitim seviyesi ile yoksulluk ilişkisidir.
Eğitim seviyesi arttıkça, yoksulluk oranları düşmektedir.
Cinsiyet açısından bakıldığında da her kategoride kadınlarda erkeklere göre yoksulluk oranlarının yüksek olduğunu söyleyebiliriz.
Ülkemiz açısından bir başka çarpıcı gerçek de 2009 yılı rakamlarıyla 6 yaşından küçük çocuklarda yoksulluk riski %24,04’tür. Bir başka ifadeyle ilköğretime başlamamış her 4 çocuktan birisi yoksuldur. Sadece bu gösterge bile ülkemiz açısından yoksullukla mücadelenin öncelikli politikalar arasında yer alması için yeterli bir gerekçedir.
2009 yılı için Türkiye’de yoksul fert oranının %18,08 olduğunu belirtmiştik. Yoksulluk çalışmaları bizlere fertlerin (bireylerin) ekonomik faaliyetlerine göre analiz yapmamıza da olanak verir. Fertlerin çalışma durumuna göre yoksulluk oranlarına baktığımızda Türkiye’de ücretsiz aile işçileri ve yevmiyeli çalışanlar arasında yoksulluğun yaygın olduğu görülmektedir. Göreli olarak düzenli gelire sahip olan ücretli-maaşlı çalışanlarda ise yoksulluk oranının oldukça düşük seviyelerde olduğu görülmektedir. Bu verileri destekleyen bir başka gösterge ise çalışan fertlerin çalıştığı sektöre göre yoksulluk oranlarıdır. Buna göre tarım sektöründe çalışanlarda yoksulluk oldukça yüksektir.